23 Ocak 2012 Pazartesi

Antonio Gramsci


2-3 sene önce biryerden copy-paste etmiştim kendi yazım değildir. Nereden kopyaladığımı hatırlayamadım. (sonra gördüm ki Sosyalist Barikat sitesinden kopyalamışım



Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza

ihtiyacımız olacak . Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak."


Sardunya adasında 1891'de doğan Antonio Gramsci, çocukluğunu geçirdiği bu bölgede köylülerin nasıl korkunç bir yoksulluk içinde yaşadıklarına tanık olur. Daha sonra üniversite öğrenimi için gittiği Torino' da daha yoğun çelişkiler yaşamaya başlar. Burada Güney İtalya'nın yoksulluğunu, Kuzey İtalya'nın zenginliğini görür.


İtalya'nın bu manzarası Gramsci'yi ciddi bir şekilde sorgulamaya götürür. Ayrıca, bu yıllarda Torino da gelişen işçi hareketi de Gramsci için iyi bir deneyim olur. 1913 yılında İtalya Sosyalist Partisi'ne giren Gramsci için artık yeni bir sayfa açılmıştır. İtalya Sosyalist Partisi'nin sol kanadında yer alan Gramsci, ele avuca sığmaz devrimci girişkenliği ile düşünsel ve pratik dinamizmiyle hızla sivrilir, İtalya solu içinde göze çarpan bir yere sahip olur. 1. Paylaşım savaşı başladığında üyesi olduğu Sosyalist Parti'nin aksine savaşa karşı çıkar. 1917'de bir grup yoldaşıyla birlikte "Yeni Dünya" adlı haftalık sosyalist kültür dergisini çıkarır.
"Fabrika konseyleri" fikri de bu dergide dillendirilir. 1920'de patlak veren işçi hareketlerine fabrika konseyleri önderlik eder. Fabrika konseyleri, o dönemde işçiler içinde büyük bir prestij sahibidir. İşçiler, fabrika konseyleri aracılığıyla bir çok fabrikada yönetime geçer. Ama gelişen işçi hareketine önderlik edecek çap ve düzeyde olmayan parti, devrimci durumu devrime dönüştürecek taktik politikalar yerine yatıştırıcı politikalar güder ve sonuçta İtalya işçi hareketi, arkasında "fabrika konseyleri" gibi deneyler bırakarak yenilir.
1924 yılında 18 Komünist milletvekili ile birlikte parlementoya giren Gramsci, tüm enerjisiyle faşizmi teşhir etmeye çalışır. 1926 yılına gelindiğinde faşist diktatörlük tüm İtalya çapında yayılmış, baskılar artmıştır. Bu sırada Gramsci de tutuklanır. Savcı, Gramsci'yi göstererek "bu beynin çalışmasını en az 20 yıl durdurmalıyız"der ve "halkı ayaklanmaya teşvik etmekten" 20 yıl "ceza" verilir, tek kişilik hücreye konulur. Sağlığı cezaevi koşullarında iyice bozulan Gramsci, çok zor koşullarda yaşar. Ama göz kamaştırıcı direnişiyle, partisi ile ilişkisini sürdürmeye, döneme ilişkin taktik ve stratejik düşünceler üretmeye devam eder. Kendisini gece gündüz araştırmaya/incelemeye verir. Böylece "Hapishane Defterleri" adıyla geriye incelemeye değer bir yığın teorik yazılar bırakır. Sağlığı gitgide bozulan Gramsci, zaman zaman komaya girer ve ölümün soğuk nefesini hisseder. Kendisine Mussolini'den "af" dilemesi için öğütlerde bulunulur, ama o her defasında bunu reddeder. Doğru dürüst tedavi edilmeyen ve sağlıksız koşullarda yaşayan Gramsci, 27 Nisan 1937 yılında yaşama gözlerini yumana kadar proleter bir aydın, devrimci bir savaşçı gibi yaşamıştır.

Filozof Gramsci

Emperyalist-kapitalist sistemin anatomisinin anlaşılmasında devlet ve ideoloji sorunu önemli bir yere sahiptir. Devlet ve ideoloji alanlarının bugünkü karmaşık yapısı ve aldığı biçim, sınıflar mücadelesindeki etkisi, yönlendiriciliği vb. nedenlerden dolayı adı geçen sorunu daha da aktüel kılıyor.
Bugün devlet ve ideoloji sorununu incelerken baş vuracağımız isimlerden biride Antonio Gramsci'dir. Bütün tartışmalı yanlarına karşın Gramsci'nin bu alanlara ilişkin incelemeye değer özgün görüşleri bulunmaktadır.
Kendisini Gramsci'nin takipçisi olarak gören Althusser "bildiğimiz kadarıyla Gramsci, seçtiğimiz yoldan ilerlemiş olan tek kişidir. Devletin, baskı aygıtına indirgenemediğini, fakat dediği gibi, 'sivil toplum'un belirli sayıda kurumunu da kapsadığı fikrine sahipti: Kiliseler, okullar, sendikalar vb. Ne yazık ki Gramsci, keskin fakat kısmi belirtmeler olarak kalan bu sezgilerini sistemleştiremedi" diyor.
Gramsci'nin "Hapishane defterleri" bir labirent gibidir. Bu nedenle Gramsci ve onun takipçileri zaman zaman yolunu kaybetmiştir. Yaşamı boyunca ısrarla durduğu devrimci sosyalist zemine rağmen, eserlerinde devrimci sosyalizmden uzaklaşmaya götürecek teorik boşluklar bulunmaktadır.
Defterlerin bütününde kullanılan terimler, yapılan çözümlemeler çoğu zaman birbiriyle çelişmektedir. Örneğin hegemonya ve sivil toplum kavramlarının kullanımı ve ilişkilendirilmesi bütün bölümlerde aynı değildir. Defterlerin bazı bölümlerinde sivil toplum ile politik toplum birbirinden bağımsızmış gibi çözümlenirken, bazı bölümlerde ise her iki alan iç içe değerlendirilir. Fakat iç içe değerlendirildiğinde bile sivil topluma aşırı rol biçilmekte, devlet bütününden bağımsızmış gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
Gramsci'nin bir çok noktada özgün düşünsel açılımları bulunmaktadır. Ama hemen hemen hepsininde eleştiri süzgecinden geçirilerek ayıklanması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, Gramsci'nin bir çok tezi kafa üstü durmaktadır. Marksist teorik hazineye dahil edilebilmesi için ayakları üzerine dikilmeleri gerekmektedir. Ancak o zaman Gramsci'yi kendisine dayanak yapan sivil toplumcuların, liberal solcuların, ve post-marksistlerin1 ellerindeki silahlar alınabilir. Ve bunun mutlaka yapılması gerekiyor. Çünkü Gramsci bütün problemli görüşlerine rağmen Marksist dünyaya aittir. Onun içindedir.
Althusser'in dediği gibi "masum okuma yoktur." Herkes durduğu sınıfsal zeminde hayatı okur ve yorumlar. 12 Eylül'de darbe alan devrimci hareket, birçok sol çevre ve aydın tarafından farklı "muhasebe" biçimine ve yorumuna konu oldu. Kimi sol çevreler ve aydınlar yaşananların "muhasebesini" yaparken çıkış için sivil toplumculuğa sarıldılar ve bu noktada Gramsci'yi keşfettiler. Gramsci'yi kendilerine göre okudular ve yorumladılar. Kuşkusuz Gramsci'nin teorik sistematiğinde devrimden kaçışa zemin sunan boşluklar vardır ve bu Gramsci için bir talihsizliktir. Ama Gramsci'nin teorik ve pratik etkinliği bütünlüklü değerlendirildiğinde sivil toplumcu Gramsci değil, devrimci Marksist Gramsci ortaya çıkmaktadır.
"(...) Hindistan'ın İngilizlere karşı giriştiği siyasal mücadele üç savaş şeklinde gelişti: Hareket savaşı, mevzi savaşı, yer altı savaşı. Gandi'nin pasif direnişi bir mevzi savaşıdır; Grevler bir hareket savaşıdır. Gizlice silahlanmak ve dövüşçülerin hazırlanması da yeraltı savaşıdır."2
"Askerlik sanatındaki hareket savaşı ile mevzi savaşının, polika sanatında bunlara denk olan kavramlar arasındaki yakınlık sözkonusu edilirken Rosa Luxemburg'un küçük kitabını hatırlamalıyız.3
Bu kitapta yazar, 1905'deki tarihsel deneylerden biraz aceleyle ve yüzeyde kalan bir anlayışla, bir teori çıkarmaya çalışmıştır. Gerçekten de Rosa bu olaylarda "iradi" hareketlerin ve örgütlerin rolünü iyi görememiştir. Bu öğeler "ekonomist" ve kendiliğindenci bir yargının kurbanı olan Rosa'nın sandığından çok yaygın ve etken olmuştur. Bununla beraber politika sanatına uygulanan hareket savaşı konusunda bir teori meydana getirme çabasıyla ilgili çok anlamlı bir belgedir."4
İşte Gramsci'nin düşünce disiplininde Leninist çizginin parlak örnekleri... Bugün Gramsci'nin kimi muğlak teorik yazılarından reformistlerin yararlanması bir yana, gerçekte Gramsci her zaman reformizme karşı mücadele etmiştir. Bu hem hapishane öncesi hem de hapishane sürecindeki pratik-politik ve teorik faaliyetlerinde çok nettir. Örnegin "iktidarın kuvvetle fethi, işçi sınıfı partisinin (...) mücadelenin belirleyici anında darbeler vurabilecek askeri tipte bir organizasyonun yaratılmasını gerektirir" demesi, defterlerde sıkça kullanılan strateji, taktik, hücum, mevzi savaşı, manevra savaşı, topçuluk, siperler, komutanlık vb. askeri terimlerin çokluğu sivil toplumculukla örtüşüyor mu ? Anılan bütün bu kavramlar irade, inisiyatif ve saldırı vurgusunun güçlülüğünü kanıtlamıyor mu?

Hapishane Defterleri



Bilindiği gibi, "Hapishane Defterleri" Gramsci'nin en önemli teorik belgesidir. Ne var ki Hapishane Defterleri karışık bir terminolojiye sahiptir. Tutsaklık koşullarında yazıldığı için en başta hapishane atmosferinin yoğun izlerini taşımaktadır. Ayrıca söz konusu yazılar engele takılmadan dışarıya çıkabilmesi için ezop dili kullanılmış adeta herşey şifrelenmiştir. Örnegin leninizm'e "praksizm", Leninist partiye "modern prens", diktatörlüğe "hegemonya", ittifaklar politikasına "tarihsel blok" demiştir, vb. Ayrıca, Defterler'deki teorik yazılar daha çok not biçiminde olduğu için tamamlanmış düşünceler sayılmazlar. Bu nedenle, okunması da zordur. Ve teorik sistematiğindeki boşluklar nedeniyle sağa sola çekilmeye ve farklı yorumlanmaya açık bir çok tespit ve kategori barındırmaktadır. Bugün farklı farklı Gramsci yorumcularının bulunması bundandır. Bu farklılık çok geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Ama Gramsci'nin derdi daha başkadır. O sosyalist devrimin Rusya ile sınırlı kalması ve Avrupadaki sosyalist devrimlerinin yenilgisi koşullarında 1923'lere gelindiğinde bir çıkış arayışı duymaktadır.

Üstyapı Teorisi



Gramsci'nin teorik bütünselliğinde üstyapı fikri çok önemli bir yer tutar. Gramsci, gerek burjuva devletin gerekse de onun yerini alacak olan proleterya devletinin yalnızca zor işleyişiyle sınırlı tutulamayacağını, bunun yanında ideolojik-kültürel figürlerle (Gramsci bu figürlerin toplamına sivil toplum demektedir) sağlanan hegemonyanın da önemi olduğunun altını çizer.
Gramsci, hegemonya ile birlikte " tarihsel blok" kavramını da kullanır. Sözkonusu kavramlarla üstyapı teorisine yeni halkalar eklemek ister. Tarihsel blok altyapıyla, yani üretici güçlere dayalı ilişkiler silsilesiyle, ideoloji, kültür ve politika figürleriyle form kazanan üstyapı ilişkiler silsilesinin birliğini ifade eder. Ancak Gramsci'nin en muğlak kavramlarından biri tarihsel blok kavramıdır. Kavramın içeriğinde ittifaklar ilişkisine göndermeler olsa da bu kavram hem çok net değildir, hem de emekçi halk kategorisini çağrıştıran imgeleri aşan ve çerçevesi belli olmayan sonuçlara yol açmaktadır.
Hegemonya ve tarihsel blok soyutlamasının alt basamakları ise "sivil toplum" ve "politik toplum" gibi kavramlardır.
Gramsci üstyapıyı politik toplum ve sivil toplumun toplamı olarak formüllendirmektedir. Politik toplumu açık diktatöryal olarak ya da " belirli bir momentte özgül bir ekonomik ve özgül bir üretim tarzıyla halk kitlelerini uyum haline sokan zorlama (devlet)" olarak tanımlar. Sivil toplumu ise kiliseler, sendikalar, okullar, kooperatifler, vakıflar vb. aracılığıyla sosyal bir kesimin bütün toplum üzerinde hegemonyasının sağlanması olarak ifade eder. Sivil toplum alanıyla kurulan hegemonya, zorlamadan çok, "ikna yoluyla", kitlelerin gösterdiği "rıza" ile gerçekleşir.

Hegemonya ve Aydınlar



Gramsci, hegemonya kavramını Lenin'den ödünç almıştır. Ama çerçevesini geniş tutmaya çalışır. Lenin'in hegemonya kavramında anlatmak istediği şey, geri kalmış ve burjuva demokratik devriminin gerçekleşmediği ülkelerde proleteryanın ideolojik-politik önderliğinde yoksul köylülük başta olmak üzere, kurulu sistemle çelişkisi olan ve devrimde çıkarı bulunan tüm ezilen yığınları kapsamasıdır. Gramsci bu kavramsal çerçeveyi kabul eder ama bunu geri kalmış ülkelerle sınırlı tutmaz ve gelişmiş ülkeler için de düşünür. Ayrıca Gramsci'ye göre hegemonya sadece işçi sınıfının uyguladığı/uygulayacağı bir biçim değildir. Burjuvazi de bunu uygular/uygulamaktadır.
Sivil toplum alanıyla sağlanan hegemonyada aydınlar omurga işlevini görür. Gramsci'nin "organik aydın" dediği fikir üreten ve fikir taşıyan seçkin insanlar (aydınlar), burjuvazinin ya da proletaryanın hegemonyasını yığınlara yayma, onunla bütünleştirmede stratejik işlev görürler. Bu nedenle, Gramsci sivil toplumun, yani hegemonyanın ele geçirilmesinde stratejik bir role sahip olan aydınların kazanılmasının hayati önemde olduğunu söyler. Gramsci, aydınları iki gruba ayırır. 1) sivil toplum içinde olan aydınlar. 2) politik toplum içinde olan (asker-sivil bürokratlar) aydınlar...
Gramsci'nin politik toplum içindeki aydınların (devletin organik aydınları) kazanılması/dönüştürülmesi gibi bir hayalin taşınmaması gerektiğini söyler. Fakat sivil toplum olarak adlandırdığı alanda, örneğin okullarda öğretmenlerin, üniversitedeki dekanların, profesörlerin vb. kazanılabileceğini/kazanılması gerektiğini söyler.
Gramsci, aydınlar üzerinde yaptığı çözümlemelerde " organik aydın" kategorisi yanında bir de "geleneksel aydın" kavramını üretir. Gramsci'ye göre geleneksel aydınlar kendilerini bağımsız zannederler, fakat esasta bunlar pre-kapitalist ilişkiler ile kapitalist ilişkiler arasında gidip gelirler ve son çözümlemede kurulu sisteme hizmet ederler. Organik aydınlar ise hem 'alt sınıfların' (emekçilerin) hem de 'üst sınıfların' (burjuvazinin) siyasal-ideolojik-kültürel işlevlerini düzenleme gibi bir role sahiptirler. Bu rol Gramsci'nin hegemonya dediği alanda ortaya çıkar. Devlet, zor mekanizmalarıyla birlikte "rıza" ile, başka bir ifadeyle zoruda içeren ama boşlukları da (özerklik) olan hegemonyadan oluşur. Hegemonya, devletin "güler yüzlü" bağlaşığını oluşturur.
Gramsci'nin ileri sürdüğü hegemonya tezinin anlaşılması için yardıma çağırdığı kavramlardan biri de "pasif devrim" kavramıdır. Pasif devrim, zor eksenli mücadeleden çok ideolojik, kültürel, etik, dil, vb. figürler üzerine süren "ikna" mücadelesidir. Gramsci, pasif devrim hareketlerinde Roma İmparatorluğu içinde hıristiyanlığın gelişmesi, Hindistan'daki Gandici hareket ve Tolstoy'un 'barışçıl anarşi' görüşlerini örnek vermektedir.
Gramsci'ye göre sivil toplum alanıyla sağlanan hegemonya çözülmedikçe, politik toplum dediği devletin zor mekanizması bütünüyle felç olsa bile, egemen sınıfın iktidarına son darbeyi vurmak zor olacağından, proletaryanın organik aydınlarının önceden sivil toplum alanında çalışması ve proleteryanın hegemonyasını adım adım inşa etmeleri gerekmektedir.
Gramsci bu çerçeveyi Batı ülkeleri için (gelişmiş ülkeler) çizmiş olsada iktidar bütünlüğüde sivil toplum alanına stratejik bir misyon yüklemesi ciddi itirazları hak etmektedir. Hegemonyanın tesisi için çalışmayı, burada aydınlara, aydınların rolüne önem vermeyi (Bunu partinin öncülüğü, dışardan bilinç götürmek biçiminde okumak da mümkündür) doğru kabul etsek de, iktidara bir bütün olarak bakmaması, hatta okun sivri yanını zor kurumlarına yöneltmemesi, yığınların belirleyiciliğine vurgu yapmaması, Gramsci'nin önemli zaafiyetlerinden biridir.
Dinin kaynağı kilise değildir. Tam tersidir. Dinin sonucu olarak kiliseler vardır. Sivil toplum gerçeği de böyledir. Sivil toplum egemenlik ilişkilerini belirlememekte,egemenlik ilişkileri sivil toplumu belirlemektedir. Bu nedenle sivil toplumu ele geçirmek ancak onu var eden kaynaklara karşı mücadele etmekle, bütünsel bir bakış ve bütünsel bir müdahale stratejisiyle mümkündür.
Lenin'in klasik "devrimci durum" analizi bilindiği gibi "yönetenlerin artık yönetemez durumda olması, yönetilenlerin de yönetilmek istememesi" durumunu anlatır. Ama bu yalnızca ideolojik-politik birşey değildir; çünkü Leninist tezde bu durumu yaratan olgu ülkenin ekonomik, sosyal, vb. her alanda yaşadığı çöküntü halidir. Dolayısıyla, böyle bir anın oluşması halinde sivil toplum alanının harekete geçmiş olan kitleleri engellemesi düşünülemez ya da toplumun bu alan üzerinden "rıza"ya zorlanması imkansızlaşır; çünkü zaten "devrim durumu", "rıza"nın tükendiği ve yeni bir hegemonyanın (hatta ikinci bir iktidar odağının) oluştuğu bir aşamaya denk düşer.
Ama "barış günlerinde", iplerin henüz koparılmadığı zamanlarda burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırmak ve sömürüyü devam ettirebilmek için sivil toplum alanlarını yetkince kullandığı bir gerçektir. Bütün bunları kriz günlerine girmemek, girdiğinde ise yığınların tepkilerinin fiiliyata dökülmesini engellemek için yapar. Gene bunun için siyasal gericiliği ve faşizmi tırmandırırken sivil toplum alanlarını yetkince kullandığını biliyoruz. Ama bunu yaparken daha başından itibaren devletin zor kurumlarıyla ilişki içinde yapar. Aynı şeyi ezilenler için düşünmek çok zordur. Ezilenler sivil toplum alanlarında etkin olabilmek için sivil toplumun kaynağının karşısında durmak ve diyalektik bir politik duruş sergilemek zorundadır.
Çünkü burjuvazinin iktidara gelmeden önce sivil toplum alanlarında güç toplaması, ekonomik güç biriktirme ile paraleldir. Bu durum mülkiyet ilişkilerinin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Proletaryanın durumu ve egemen bir sınıf olma ereği ise daha farklı bir seyir izler; onun mülkiyet ilişkilerini özel mülkiyet niteliğinde devralma değil, toplumsallaştırma ereği bulunmaktadır. Realite böyle olunca, iktidar mücadelesi daha başından sert ve cepheden olmaktadır.
"(...) Aynı indirgeme siyaset bilimi ve sanatında da yapılmalıdır. Bu, hiç olmazsa en ileri devletler için geçerlidir. Bu devletlerin, bağlı oldukları sivil toplumlar çok karmaşık bir yapıya sahip oldukları için doğrudan doğruya ekonomik öğenin yıkıcı etkisine (bunalımlar, çöküntüler vs.) karşı koyarlar: toplumdaki üstyapıları bir bakıma, çağdaş savaştaki siper sistemlerini andırır. Bu son savaşta, çok şiddetli bir topçu ateşi, düşmanın bütün savunma sistemini yıkacağı kanısını uyandırıyordu.
Oysa, aslında dış yüzeyini yıkmıştı; hücum anı gelip de saldırganlar ileriye atılınca hala karşı koyma gücünü elinde tutan bir savunma hattıyla karşılaşıyorlardı. Büyük ekonomik bunalımlar olduğu için hücuma kalkan kuvvetler, yıldırım hızıyla, zaman ve mekan içinde örgütlenmiş ve yine bundan ötürü saldırgan bir ruh kazanmış değildir; buna karşılık, hücuma uğrayanların morali bozulmadığı gibi savunma mevzilerinden ayrılmaz, yıkıntılar arasında savaşı sürdürürler, geleceğe güvenlerini kaybetmemişlerdir."5
Bunu şöyle okumak mümkün: Birincisi, sistemin ekonomik krizi otomatik olarak siyasal krize yol açmaz. İkincisi, ekonomik kriz sosyal ve siyasal krizle tamamlanmazsa ve alternatif toplumsal özne olmazsa, toplumsal alt üst oluş gerçekleşmez. Üçüncüsü, kurulu sistemden hoşnutsuz olan yığınlar ideolojik ve politik olarak organize olmamışlarsa, ekonomik kriz sosyal ve siyasal krize yol açsa da kurulu düzen kendisini yeniden tahkim etme yollarını şu veya bu biçimde bulur. Dördüncüsü, burjuvazi zaman zaman ekonomik krizler yaşasa da, buradan sosyal hoşnutsuzluklar doğsa da sahip olduğu üstyapı kurumları aracılığıyla tepkileri nötralize edebilmektedir. Burjuva devleti önceki devlet biçimlerinden daha derin bir biçimde toplum içinde nüfuzunu yayabilmekte, çeşitli baskı ve ideolojik kurumlar aracılığıyla yığınları kendisine yedekleyebilmektedir.

Doğu ve Batı



"Doğu'da devlet herşey olduğundan sivil toplum ilkel ve pelteleşmiş bir haldedir; Batı'da ise devlet ve toplum arasında düzenli bir ilişki olduğu için sarsılmakta olan devletin arkasında sağlam bir sivil toplum yapısı görülür. Devlet ileri hattaki bir siperden başka birşey değildir; arkasında sağlam bir siperler, kaleler ve kazamatlar zinciri vardır"6 diyor Gramsci.
Gramsci'nin burada, iktidarın çekirdeği olarak politik toplumu değil de sivil toplum alanını görmesi sorunludur. Onun böyle bir sonuca varmasında, dönem Avrupa'sındaki teorik tartışmaların daha çok ekonomik meseleler üzerine olması, sınıf indirgemeciliği ve ekonomizmin hakim bir dil ve mantalite olmasına karşı biraz tepkici bir yerden ideoloji ve kültür söylemine ağırlık vermesinden kaynaklanıyor. Fakat bu defa tersten bir indirgemeciliğe kapı aralamıştır.
Gramsci'nin Doğu için (siz bunu bağımlı- azgelişmiş ülkeler olarak okuyun) yaptığı tasvirler çok fazla itiraz görmeyebilir. Doğu ve Batı ülkelerinde "politik toplum" ile "sivil toplum" ilişkisinde farklı dengeler olduğu doğrudur. Fakat genede aralarına kalın bir çizgi çizmek risklidir.
Gramsci'nin "Doğu" olarak tanımladığı ülkelerdeki kapitalizm emperyalizme bağımlı biçimde geliştiğinden, çarpık bir manzara ortaya çıkmakta, yapısal bir istikrarsızlık ortamında milli kriz, şu ya da bu oranda süreklilik arzetmektedir. Bu, "pelteleşmiş sivil toplum" tanımlamasından daha fazla açıklayıcı olan, daha açık bir kavramsal çerçevedir.
Yine de, herşeye karşın, Gramsci'nin Doğu ve Batı'ya farklı siyasal-sosyal iklimlerinden ötürü ayrı ayrı mücadele stratejileri önermesi esasta çok yanlış değildir. Batıdaki görece istikrar ortamında ve sivil toplum alanının etkisinin yaygınlığı koşullarında Gramsci'nin deyimiyle "mevzi savaşı" klasik Leninist teorideki evrimci aşamaya denk düşebilir. Doğu'da ise "sivil toplumun pelteleşmiş olması'ndan çok, kapitalizmin gelişme tarzından ötürü (ki bu alanı daraltan esas unsur sürekli kriz halidir) diktatoryal/faşist tarz egemendir ve orada sürekli halde mevcut bulunan krizin derinleştirilmesiyle devrimci alternatifin kendi askeri-politik-kültürel etki alanını, gücünü büyütmesi aynı sürece denk düşer.

Sivil Toplum



Bilindiği gibi, sivil toplum kavramı Hegel kaynaklıdır. Hem Marks ve Engels hem de Gramsci sivil toplum kavramını Hegel'den devralmıştır. Ancak bu kavramın içini doldurmada Marks Hegel'i aşarken, Gramsci büyük ölçüde Hegel'e dayanır. Hegel'in devletin etnik içeriğinde anlatmak istediği siyasi dernekler, sendikalar, vakıflar, kiliseler vb. alanları Gramsci sivil toplum alanları olarak tanımlamaktadır. Marks ve Engels'de sivil toplumun tanımında ekonomik ilişkiler alanı baskınken, Gramsci'de ise ekonomik ilişkiler alanını çağrıştıran imgeler sınırlıdır.
Burjuvazi tarih sahnesine çıkarken şu temel argümanları ileri sürmüştü: "ekonomik özgürlük, rekabet serbestliği, feodal devletin ekonomik hayata karışmaması veya destek düzeyinde yardımcı olması..." İşte sivil toplumun anatomisi.
"Araştırmalarım, hukuki ilişkilerin, devlet biçimlerinde olduğu gibi ne kendi kendilerine, ne de iddia edildiği gibi insan zihniyetinin genel evrimiyle anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin Hegel'in 18. yy İngiliz ve Fransız düşünürlerin örneğine uyarak "uygar toplum"7 adı altında topladığı maddi varlık koşullarında kökenlerini buldukları ve uygar toplumun anatomisinin, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna vardı."8
Klasik Alman felsefesinde ise Engels şöyle diyor: "devlet, siyasal düzene bağımlı öğedir, oysa sivil toplum, ekonomik ilişkiler alanı, kararlaştırıcı öğedir."9

Sonuç Yerine



Gramsci, 2. Enternasyonal'in ekonomistlerine ve bunun 3. Enternasyonal kökenli partiler içindeki versiyonuna karşı saygıya değer bir mücadele vermiştir. Fakat bunu yaparken zaman zaman çubuğu tersine bükmüş ve 2. Enternasyonal'in ekonomik indirgemeci geleneğinin soldaki bir başka versiyonu bu defa bu boşlukta filizlenmiştir. Örneğin E.Laclau ve Mouffe'un post-Marksizmi bu boşlukta gün yüzüne çıkmıştır.
Anlaşıldığı gibi, Gramsci'nin düşünce disiplini bir toplamdır ve mutlaka ayıklanması gerekmektedir. Bunu şu ana kadar daha çok Avro komünistler ve post-marksistler yaptılar. Tabii ki bunu içinde bulundukları platformun sınıfsal çıkarlarına göre yaptılar. Önce Leninist fikirleri ayıkladılar, sonra cepheden saldırmaya başladılar. Bugün Gramsci'nin başına gelen de budur. Ama herşeye rağmen Gramsci bizimdir. Gramsci "sağcı düşünceler taşısa da" Marksist bir aydındır.