22 Aralık 2011 Perşembe

Ece Hanım’ın “Herkes”i (Bir Gün Herkes Banu Güven Olmayacak)

“Sınıfsız Domates” denen o garabet yazısını eleştirdiğimden beri Ece Temelkuran hakkında yorum yapmamak için ciddi bir özen gösteriyorum. Zira Temelkuran’la ortak arkadaşlarımız, dostlarımız var ve onlar arkadaşlarını korumak istediklerinde ne yazık ki işler kişiselleşiyor, kalpler kırılıyor. Ama şunu da söyleyeyim, o “Sınıfsız Domates” yazısına yapılan onca savunma içinde, başta Temelkuran’ınki olmak üzere, yazının içeriğindeki avuç dolusu faül hakkında tek bir doyurucu savunma gelmedi. Onun yerine bol bol “Ece iyi kızdır” savunması dinledim. Ben de “kötüdür” demedim zaten, tanımam da kendisini.

Bana bu yazıyı yazdıran şey, Ece Temelkuran’ın Habertürk’te çıkan “Bir gün herkes Banu Güven olacak” yazısı. Temelkuran, iyi niyetli olduğundan yüzde yüz emin olduğum bir şekilde, medyaya yapılan baskılardan bahsediyor ve Banu Güven’in kendisine açtığı blogda sergilediği habercilik örneklerini övüyor. Şunu net bir şekilde söyleyeyim; hem medyaya yapılan baskılar konusunda, hem de Banu Güven’in blogu konusunda kendisiyle tamamen hemfikirim. Hiçbir itirazım yok o konuda. Eline sağlık.

Lakin şu paragrafından itibaren ayrılıyoruz; “Sanırım eninde sonunda hepimizin yapacağı bu olacak. Geriye sadece hakikaten habercilik yapmak isteyen, hakikaten sözünü söylemezse yaşayamayacağını hisseden insanlar kalacak ve kendi medyalarını kuracaklar.“

Ben “Sınıfsız Domates” yazısını eleştirirken Ece Temelkuran’ın dünyayı yalnızca kendi ait olduğu sosyal sınıf ve kendi sosyal çevresi üzerinden anlamlandırmaya çalışmasını eleştirmiş ve şunu demiştim: “Siz bu sınıf öfkesi işini Oxford’lu siyaset bilimci arkadaşınıza değil, gazetenizin binasının hemen arkasındaki Dolapdere’de evlerini zenginlere kaptırmakta olan insanlara bir sorun.” Şimdi yine benzer şeyler söylemek durumundayım.

Sıkıntı şu; Ece Temelkuran yine ve kim bilir kaçıncı kez, konunun merkezine kendisini ve kendi gibileri koyuyor. Bu örnekte “herkes” dediği Banu Güven ve kendisi gibiler. Eğer Pi sayısını 3 alır gibi “herkes”i Banu Güven ya da Ece Temelkuran alırsak dediği doğru. Ancak Pi, hâlâ 3.141592653589793238462643383279502… diye sonsuzluğa uzuyor; Banu ve Ece Hanımlar da hâlâ Türkiye medyasının en şanslı azınlığına mensup.

Medya, Türkiye’de sendikasızlaştırmanın ve iş güvencesizliğinin en ağır yaşandığı sektörlerden. Aynı şekilde medya gruplarının iş dünyası ve egemen siyasetle olan etle tırnak ilişkisi nedeniyle editöryel bağımsızlıktan da bahsetmek mümkün değil. Bütün bunların sonucu olarak gazeteci dediğimiz insan bu ülkede, hele ki ana akım medyada çalışıyorsa, işine yabancılaşmış, istediğini yazamayan, özel alanda bile kendini ifade etmesi hoş görülmeyen, çok çalışan, az kazanan, mutsuz ve güvencesiz bir insan.

Evet, bu ülkede ana akımda çalışan bir sürü gazeteci toplumsal olaylara duyarlı, bu işin böyle olmaması gerektiğini biliyor ve başka bir medya düşlüyor. Zaten mutsuz olmalarının nedeni de bu. Ama pek azı Banu Güven gibi kapıyı çekip çıkabilir, çünkü ödemeleri gereken bir ev kirası, bakmaları gereken bir aile var. Çocuğumuz bizden bir şey istediğinde, kaçımız Spartaküs kalabiliriz ki?

Yani herkes Banu Güven olamaz maalesef, olamıyor, olamayacak. Ancak Ece Temelkuran’ın dünyasındaki “herkes” Banu Güven olabilir. Onlar kapıyı vurup çıkabilir, kendi bloglarını açıp istediklerini yapabilir. Kınamak için söylemiyorum, sonuçta herkes bunu yapmak ister. Ayrıca başka bir ana akım haber merkezine atlamak yerine, bunu yapması da saygıya değer. Mesele o değil.

Mesele şu. Ece Hanım “herkes” deyince, kimse “herkes” olmuyor. Her şeye kendi sınıfının, kendiyle aynı hayatı yaşayan insanların perspektifinden bakmayı bıraksa, biraz altındaki insanların o hani kendi deyimiyle “bir aylık maaşları kadar parayı ayakkabıya yatırdığı” insanların yaşamına baksa, bazı şeyleri görecek. Neyi görecek mesela? Ana akım medyada çalışıp tuttukları blogda yazdıklarını şeflerinden gizlemek zorunda olan, Twitter’a girişi yasaklanmış gazetecileri görecek. Bizzat kendi çalıştığı gazetede eline “hakkında yazılması yasak konular” tutuşturulmuş, kendini patronun tetikçisi gibi hisseden ve kendini ifade etme şansı sıfırlanmış insanları görecek. Evet, onlar da kapıyı vurup çıkmak ve kafasından geçenleri haykırmak istiyor. Ama onlar bunu yaparsa bırak ayakkabı alışverişi çılgınlığına kapılmayı filan, aç kalırlar. Yapabilecekleri en fazla dörtte bir maaşa BirGün, Evrensel, Özgür Gündem ya da başka bir özgür yayın organına geçmek, orada da Zeynep Kuray dostumuz gibi bir gün kolundan çekilip göz altına alınmak olur. Çoğunluk bunu da yapamaz, kendi depresyonunda yaşar, gider. Ta ki bir gün bir tenkisat dalgasında kapının önüne konana kadar.

Özetle; ana akımın köşelerini tutmuş bir avuç şanslı insanla, o sürünmeye mahkum edilmiş medya çalışanlarını karıştırmayın. “Herkes” biziz, siz olsa olsa “bazıları”sınız. Sizi şanslı olduğunuz için suçlamıyoruz ama “herkes” adına konuşmaya hakkınız yok. Çünkü sizin “herkes” dediğinizle, bizim “herkes” dediğimiz farklı. Siz “sınıf teorisi”ni domatesler üzerinden sorgulayan Ece Hanım buna ne dersiniz bilmiyorum da, ben “sınıf farkı” diyorum.

Belki sizin iddia ettiğiniz gibi domateslerin sınıfı yoktur bu ülkede de, gazeteciler arasında epeyce bir sınıf farkı var, bilesiniz.


Dağhan IRAK

12 Eylül 2011 Pazartesi

Sağım, Solum, Önüm, Arkam İşkenceci


"Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu." diye anlatır Cemal Süreya Dersim katliamı sonrası sürgününü. Yanındaki erler nasıl anlatıyordu acaba yakınlarına, ya da daha doğrusu hiç anlattılar mı?

DERSİM olaylarının yaşandığı dönem 2. Tabur, 9. Bölük’te görev yapan 101 yaşındaki Diyarbakırlı erlerden Eskeri Akyol, 74 yıl sonra “Kara Vagon” belgeselinde Dersim’de yaşanan korkunç olayları anlattı. Diyarbakır’ın Dicle ilçesi Altay köyünde iki kız ve iki erkek babası olan Eskerî Akyol ömrü boyunca Dersimde yaşanan vahşetin acı izlerini yüreğinde taşıdı.

“… Kaçanların bir kısmı derelere, mağaralara sığınmışlardı. Daha dirençli olanlar, (Munzur) nehirden karşıya geçiyorlardı. Askerler öyle yetişir yetişmez ateşe veriyorlardı mağaraları. Sonra gittiğimizde/baktığımızda, öyle çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste yığıyordu askerler ve üzerlerine gazyağı döküp ateşliyorlardı. Öyle canlı canlı… Kadın, çoluk – çocukları da yakıyorlardı…”

Dersim katliamına katılan onbinlerce erden konuşan iki kişiden birisinin anlatımı böyle. Zilan Deresi ve Koçgiri katliamına katılanlardan kimse konuşmadı. Katliamı yaşayanlardan çok sayıda konuşan oldu. Rütbeliler, emri verenlerde konuşan oranı daha fazla. Görevi emre itaat olan, itaat etmeyince cezalandırılan belki de öldürülen erlerin çok büyük kısmı konuşmamayı tercih etti ömürleri boyunca:

Karslı A. Demirtaş;
"Bir gün, 4-5 yaşlarında bir çocuğu komutan bana göstererek 'öldür' dedi. Ben yapamam deyince, yüzbaşı rütbesindeki komutanım çocuğu ayağından tuttu. Güçlü ve kuvvetli elleriyle yanı başındaki kayalara başı gelecek şekilde kaldırıp, kaldırıp vurmaya başladı. O an hafızamı kaybetmişim. Kendime hastahanede geldim. Havadeğişimi verdiler. Bir daha da Dersim'e yollamadılar. Çünkü herşey bitmişti."

Artık Dersim, Zilan veya Koçgiri katliamlarını yapanlardan kimse hayatta kalmadı. Fakat başka katliamlara karışanlar halen hayatta. 80 öncesi Kırıkhan, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas vb. katliamına katılan ve hiç ceza almayan onbinlerce, bu katliamlar olurken bu şehirlerde yaşayıp seslerini çıkarmayıp susan yüzbinlerce insan hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyor. Çorum'a her gittiğimde gördüğüm yaşı büyük herkese acaba bu da katliama karıştı mı, yoksa 2 ay boyunca onlarca kişi katledilip kadınlara tecavüz edilirken sesini çıkarmadan bekledi mi diye düşünüyorum. Üçüncü bir alternatif yok, devrimciler dışında Alevilerin yanında durup faşistleri engellemeye çalışan kimse yoktu.


Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin 31. yıldönümü, yukarıda bahsettiğim katliama göz yumanların en büyük darbe karşıtları, dünyanın en şahane demokratları olduğunu öğreneli 1 sene oldu. Katliam olan şehirlerden büyük oranda evet oyu çıkmasının onların demokrat olduğunu gösterdiğini de öğrendik yakın zaman önce.

12 Eylül sonrası başta Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevleri olmak üzere bütün cezaevleri işkence merkezleri oldu, bu işkencelere kadrolu faşistler dışında onbinlerce er de katıldı. 20 yaşında mecburi görevini yerine getirirken işkenceye şahit oldular, daha da kötüsü bu işkencelere katıldılar. Neler hissettiklerini bilmiyoruz, çünkü hiçbirisi anlatmıyor tanıklıklarını. Bir kısmı mutluydu belki vatan hainlerine yaptıklarından dolayı. Sadece 12 Eylül dönemiyle sınırlı kalmadı elbette. Sonrasında 90'larda Ümraniye, Buca, Diyarbakır, Ulucanlar ve 19 Aralık katliamlarına da katıldı binlerce er. Kürt illerinde ise yakılan köyler, işkence edilerek öldürülen insanlara şahit oldular. Ve çok azı bu tanıklıklarını anlatıyor.

Aşağıdaki fotoğrafta İlhan Erdost'u öldüren erlerin resimleri var. 31 sene aradan sonra ilk kez yayınlandılar. Böyle onbinlerce işkenceci/katil aramızda dolaşıyor.

Otobüste yanımızda oturan, sokakta ateş isteyen herkes işkenceci/katil olabilir. Bunlarla yüzleşmeden ne darbeyle ne de doksanlarla hesaplaşabiliriz.





10 Eylül 2011 Cumartesi

Sınıf farkına, Kürt sorununa ve bilimum problemin çözümüne karşı vicdan


“Bütün ıstırapları, tüm o gizli, acı gözyaşlarını, karnı tokların vicdanına yüklemek istiyorum.” Rosa LUXEMBURG

Ne kadar çok büyülü sözcük var. Bu sıralar bunlardan en çok kullanılanı ise hiç şüphesiz vicdan kelimesi. Herkes vicdanlı. Doğu Türkistan için ağıtlar yakarken, öldürülen, işkence gören Kürt çocuklar için iyi oluyor büyüyünce terörist olacak nasılsa diyen milliyetçi de, Filistin'de eziyet gören öldürülen Filistinliler için yas tutarken Sudan'daki katliamları görmeyip, ülkede öldürülen eşcinseller için sevinen de, sokakta gördüğünde yüzüne bakmadığı, tiksindiği, sadece kendisine hizmet için kullandığı insanlar veya kapıcısının, hizmetçisinin 20 yaşındaki çocuğu askerde ölünce kanı yerde kalmasın diye savaş çığlığı atan ulusalcısı da ağzından bu kelimeyi düşürmüyor. Kendisini daha demokrat olarak tanımlayanlar ise, herşeyi salt bir vicdan dengesi üzerine oturtarak ezen/ezilen şiddetini hiç gözetmeden herşeye bir yapay bir vicdan çizgisinden bakıyor. 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen bir çocukla, mesleği nedeniyle savaşın bir tarafı olan birisini eşleştirebiliyor. Üstelik çoğunluğu bunda sivil Kürt çocukları yerine öte taraf lehinde konuşmayı tercih ediyor.

Bu vicdan öyle birşey ki, misal Tuzla'da, maden ocaklarında, silikozis hastalığından ölenler için kuru bir vahvah deyip geçerken, zengin çocukları bir şekilde hastalıktan, trafik kazası vb. nedenlerle öldüğünde günlerce ağıt yakılabiliyor. Çünkü sınıfsal olarak üstte olanların hastalanması, ölmesi onların vicdanını daha çok yaralıyor. Egemen olan vicdani anlayış, ölen zengine yoksuldan daha fazla üzülmeyi, ölen Türk'e Kürt'ten daha fazla üzülmeyi gerektiriyor.

Son günlerde dönen vicdan tartışmaları ise daha spesifik, sol içi sayılabilecek bir düzlemde gidiyor. Her boka burnunu sokmayı meslek edinmiş bazı muktedir sevici "gazeteciler" ise vurulmuş ava atlamayı bekleyen av köpekleri gibi aportta bekliyorlar. 90'larda TMŞ komiserliği yapanlar da, okulunun bir topluluğunda kız tavlamak için şekil yapan da, kantinlerde solcuların masasında bir çay içip kendisini şimdi sosyalist kanaat önderi sananlar da bu fırsatı bekleyip, ilk fırsatta birilerinin eteği altına saklanıp saldırabiliyorlar. Kelime oyunlarıyla "vijdan" diye seslenerek. Kendilerinin bulunduğu bok çukurunu vidanjör bile temizleyemeyecekken üstelik.

Elbette bu durum, öte tarafta "salt" vicdan üzerinden politika yapanları temize çekmiyor elbette, bir şekilde zaman zaman benim de savunmak zorunda hissettiğim bir vicdan kumkuması yazar, içindeki sınıf kinini kustu (esasında onun sınıfındakiler kusmaz, istifra eder). Hizmetçisine aylık olarak bir ayakkabı parası verdiğini, sosyal güvenliksiz çalıştırdığını üzerine hiç dokundurmadığı "vicdanı" ile aklayarak anlattı. Ve elbette kendisini ve sınıf bilinci hiç olmamış hizmetçisini övmeyi de ihmal etmeden. Yazıda hizmetçisinin sınıf öfkesine ne olduğunu merak ettiğini söylerken, kendisinin O'na karşı yaptıklarının maskelenmiş sınıf kini olduğundan da habersiz. Ne diyelim sizin vicdanınız ve domatesleriniz size kalsın, elbette bu küstahlığınızın/şımarıklığınızın hesabının sorulacağı günler için mücadeleye devam edeceğiz.

Ne vicdan, ne merhamet, ihtiyaç duyduğumuz tek duygumuz sınıf kinidir.




16 Haziran 2011 Perşembe

Vardık, Varız, Varolacağız !!!




Zirveler vardır tarihsel süreçlerde kendisine özel yer edinen, Türkiye 68'i için bu hiç şüphesiz 15-16 Haziran 1970 direnişidir, o zamana kadar olan Türkiye'deki hareketliliğin sadece öğrenci hareketi olduğu, ordu ile birlikte ileriye yönelik adımlar atılabileceği hayallerini paramparça etmiş. Herşeyden de önemlisi İşçi Sınıfının gücünü ve sınıfın kararlılığı durumunda neler yapabileceğini açıkça gözler önüne sermiştir. Bu güç ve kararlılık tarihsel düşmanı burjuvazi ve varlık nedeni ona koruma köpekliği yapmak olan faşistleri harekete geçirmiş ve 12 Mart muhtırasına giden süreci hızlandırmıştır. 12 Mart sonrası Balyoz harekatı ve daha sonra yeniden ve daha büyük kararlılık ve tecrübeyle güçlenen antifaşist hareket ise 12 Eylül darbesiyle geçici olarak yenildiye uğratılmıştır. 41 yıl önce sınıfı sonsuza kadar yenilgiye uğrattıklarını düşünenler ise her yenilgide devrimcilerin yeniden daha inançlı/iradeli ayağa kalkmasına engel olamadılar bu 41 yılda.

Neler yaşanmadı ki bu süreçte, idamlar, kitle katliamları, sokaklarda sivil faşit terör dönemi, cezaevi katliamları, faili meçhuller, işkencede ölümler, yerinde/yargısız infazlar, hiçbiri durduramadı sokağın sesini. Şimdi ise yeni bir dönemden geçiyoruz, teknik takiplerle, komplolarla devrimcilerin ve Kürt halkının zindanlara doldurulduğu, yasal eylemlere katılmanın tutuklanma/hapis cezası ile bedellendirildiği durumlar. Hergün onlarca gözaltı/tutuklanma haberiyle uyanıyoruz güne. Gündüzlerimiz zindana çevriliyor. Ama biliyoruz ki gecenin en karanlık zamanı şafağın sökmesinden hemen öncesidir.

Yazının başlığını Rosa Luxemburg'un sözlerinden aldım, sonunu ise yaşamı/kaderi ona benzeyen Ulrike Meinhof'un sözleriyle bitirelim, asla üzgün olmayacağız hep öfkeli olacağız.

VARDIK, VARIZ, VAROLACAĞIZ !!!


27 Mayıs 2011 Cuma

Bahardan alacağımız var


Hep denir bahar ayları insanın kanının daha hızlı aktığı, daha heyecanlı daha tutkulu olduğu zamanlardır. İnsanlar daha yoğun duygular yaşadığı zamanlar. Ahmet Telli'nin şiirindeki gibi sevdadan uzak kalmamak için kavgadan uzak kalmayanların ayları. Neler olmadı ki bahar aylarında, 8 Mart 1857 grevci kadınların yakılması, İşçi Sınıfının ilk kez iktidarı eline aldığı Paris Komününün onur dolu 70 günü, 1 Mayıs 1886 8 saatlik işgünü direnişi, 68 Mayısı. Bu topraklarda da durum farklı değil, dünyanın belki de en görkemli günü Newroz'un 21 Mart'da.

Direnişlerin bu kadar fazla olduğu zamanlarda katliamlar, en cesurların katledilmesi de kaçınılmaz. Zaten 8 Mart'ı da, 1 Mayıs'ı da günümüze taşıyan bu katliamlar, 1871 Mayıs'ın da "Vive la commune" diye kurşuna dizilen Fransız Proleterleri de, Kawa'nın Demirci Dehak'a isyan ettiği günü kutlarken katledilen Kürtler de halen bu dünyadan umudu kesmememizin nedenleri.

Kızıldere'den, Dörtlere, darağcındaki fidanlardan 16-17 Nisan destanını yaratanlara, Kemal Pir'den Mehmet Akif Dalcı'ya, Kaypakkaya'dan 1 Mayıs 96'ın dört kızıl gülüne direniş ve kanla dolu bahar bu topraklarda. Halen başımız dikse bunca soytarılığa rağmen onların sayesinde. Bu kadar kan ve onurla dolu baharın sonu da yine aynı şekilde oldu.

Hüseyin Cevahir, Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan 31 Mayıs 1971 günü direnerek hayatlarını kaybettiler. Bize dik durmanın onurunu bırakarak. Hüseyin Cevahir İstanbul'da yoldaşı Mahir Çayan ile savaşarak, diğerleri ise Nurhak dağında destan yazarak. Çok kişi anlamayacak, neden onların rahatça yaşamak varken hayatlarını ortaya koyduğunu, çünkü onları anlamayanlar bilmiyorlar ki "diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir" cümlesinin en çok bahara yakıştığını.

Bizlere gösterdiğiniz yolda bütün seneyi bahara dönüştürmek bizim boynumuzun borcudur.


"onlardan haber geldi.
oradan
onlardan.
gömlekleri kirli değil
çatık değilmiş kaşları.
yalnız biraz
uzamış tıraşları.
"yandık!"
dememişler.
dayanmışlar biliyorum.
"dayandık!"
dememişler.
gözleri gülerek
bakıyorlarmış adama.
şakaklarında taze bir yara varmış ama,
çatık değilmiş kaşları.
yalnız biraz
uzamış tıraşları.."








26 Mayıs 2011 Perşembe

Yeni Reis RTE...



Malumunuz, seçimler yaklaşıyor. Parti liderleri alanlarda, boyunlarında gittikleri şehrin takımının atkısı vaatleri sıralıyorlar. Pek fazla bir şey vaad edemediklerinden olsa gerek, her miting onuncu dakikadan sonra siyasetteki hasmına laf sokma, "şeref, haya, adamlık" dersi verme, bir şeyleri ispat etme çağrısı yapma komikliğine dönüşüyor. Ait olduğu siyasi kültür ve ideolojik altyapıya rücu eden mi ararsın, aslında umrunda bile olmayan meselelere çözüm üretme derdine düşen mi ararsın, kaset rezilliğinden kendine ekmek çıkarmaya çalışan mı ararsın, hepsi mevcut memleketin meydanlarında.

Bu süreçte başbakan Erdoğan ilgi çekici bir performans sergiliyor. Demokrasi kahramanı, özgürlük yanlısı, sivilleşme mimarı başbakanımız gemi iyice azıya alıp herkese sallıyor kürsülerden. Türkiye tarihinin en alçakla katliamlarından birinin yaşandığı Maraş'a gidiyor ve Kemal Kılıçdaroğlu'ndan bahsederken "Biliyorsunuz kendisi alevi kökenlidir" diyerek dinleyicilerine aleviliği yuhalatıyor mesela. O şehirde alevilerin nasıl katledildiğinin, ana karnındaki bebelerin parçalanarak öldürüldüğünün bir önemi yok muzaffer özgürlük kahramanımız için, sözlerini duyan alevi düşmanlarından üç beş oy fazla alsın da gerisi hikaye.

Aradan biraz zaman geçiyor, eylemsizlik halindeki Pkk militanlarının sınırın öte yanında öldürülmesi hakkında "Ergenekoncu askerlerin marifeti" diye yumurtlayan liberal gönül dostlarını ters köşeye yatırıyor ve "Ordumuz nerde olsa bölücü terörle savaşacaktır. Kendilerinin görevi budur ve layikiyle yerine getirmektedir" diye muştuluyor mesela. Pkk'nin seçimlere kadar eylemsizlik kararı almasının, yükselen gerilimde insanların sokaklara dökülecek olmasının, yeni acıların/çatışmaların yaşanacak olmasının hiçbir önemi yok kendisi için. Bu sözlerini duyan Kürt düşmanlarından üç beş oy fazla alsın da gerisi hikaye.

Aradan biraz daha zaman geçiyor, Hakkari'de 100 kişiye miting yapabilmenin öfkesi daha geçmeden, Kılıçdaroğlu'nun aynı şehirde kendisinden kat be kat fazla insan toplamış olduğu gerçeğiyle yüzleşince yine kendini tutamıyor Kürt sorununu çözecek olan büyük lider. "Chp zihniyeti zamanında Bdp'nin öncüllerini meclise taşımıştı. Bdp ve Chp aynı zihniyette partilerdir" diye patlatıveriyor bombayı. Chp'yi yıllardır Kürt sorunun çözümündeki en büyük engel, Akp'yi ise sorunu çözmek için canla başla mücadele eden özgürlük havarisi olarak tanımlayan liberal gönüldaşlar bir kez daha ters köşeye yatıyorlar. Kendi partisinin milletvekilleri ve bizzat Erdoğan'ın kendisi defaten Chp Ankara'dan öteye geçemez, bunlar Kürt sorununu çözmek istemiyorlar diye söylevler vermişken, birden Kürtlerin siyasi temsilcisi konumundaki Bdp ile aynı çizgide bir parti olarak tanımlanıveriyor Chp. Sözlerinin tutarlılığının, körüklediği Kürt düşmanlığının bir önemi yok elbette. Faşistlerden, Mhp'nin meclise girmesinin hayal olduğunu düşünen milliyetçilerden üç beş oy fazla alsın da gerisi hikaye.

Sayacak örnek çok, herhangi bir seçim mitingini izlediğinizde başbakanın yeni politik argümanlarını görmemek mümkün değil zaten. Peki neden bunca milliyetçileşiyor Erdoğan, Mhp'nin her yeni kaseti patladığında neden üslubu daha da faşizan bir hal alıyor? Baraj altında bırakmaya çalıştığı Mhp'nin tabanı Erdoğan için iştah kabartıcı elbette. Yalandan özgürlük masallarıyla, sahte demokrasi gösterileriyle safına çekebildiği liberaller, solcular ateş olsa cürümü kadar yer yakabilecekken, Kürt düşmanlığıyla, alevi düşmanlığıyla elde etmeyi düşlediği kitleler milyonları bulabilecek düzeyde. İstikbal toplum mühendisliği için kullandığı ve artık ihtiyaç duymadığını bildiği bu liberallerde değil, her daim bir sağ partinin çatısı altında toplanabilen kitlelerde. Bu seçimden tek başına anayasa yapmaya yetecek kadar bir çoğunlukla çıkmayı hedefleyen Akp için mantıklı olan şey de bu kitleye ulaşmak. Bunun en kolay yolunun Kürt ve alevi düşmanlığı olduğu ise defalarca denenip doğruluğu kanıtlanmış bir gerçek. Tayyip Erdoğan seçimlere kadar bu tabana oynamayı, faşizan söylemlerini daha da sivriltmeyi sürdürecek gibi duruyor. Daha güçlü bir iktidar uğruna toplumda var olan düşmanlıkları körükleyen demokrasi ve özgürlük kahramanımız, seçimden sonra ortaya çıkması muhtemel tüm çatışmaların da alt yapısını hazırlamış oluyor böylece. Rüzgar eken fırtına biçer misali, bu ayarsız ve kontrolsüz nefretinin daha büyük acılara ve düşmanlıklara neden olacağını bilse bile, bu yolda yürümeye devam edeceğini her haliyle bize söylüyor Yeni Reis Rte...

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Gece ve Sis - Türkiye



Yıldırım Türker'in - Gözaltında Kayıp O'nu Unutma kitabından alıntıdırç







Hasan Ocak, kimsesizler mezarlığında bulundu. Hepimiz, bir yerlerde kimsesizler için bir mezarlık olduğunu bilirdik. Olması gerektiğini. Çoğumuz için, ölüsünü bulup kaldıracak yakını olmayan insanlar, hayal edilmesi oldukça güç bir yenilginin trajik kahramanlarıdır. Onların hayatını anlayabilmek için hepimizin dağarcığında yılların biriktirdiği öyküler, söylenceler vardır. Bilebildiğimiz, sınırları bizim hayatımızla çizili bir dünyadan kabaca istifa eden, beceremeyen, becerecek gücü olmayan o insanların sonunda ya bir ucuz otel odasında, ya bir sokak köşesinde ölüp, "sahipsiz" yaftasıyla devlet tarafından mermersiz, çiçeksiz bir yere gömüldüğünü duymuşuzdur. Biliriz.
Hasan Ocak kimsesiz değildi. Ailesi ve sevenleri tarafından aylardır aranıyordu. Resimlerinden tanıyorduk hepimiz o kumral delikanlıyı. İşkenceyle bereli bedeni Beykoz ormanında bulunmuş, adli tıptan sahipsiz damgası yiyerek kimsesizler mezarlığında bir rakamın altına gömülmüştü. İtilip kakılmayı, gözaltına alınmayı, milli düşman ilan edilmeyi göze alan ailesinin inatçı çabaları sonucu izi bulundu. Biz de kimsesizler mezarlığıyla bu kez gerçekten tanıştık. Hasan'ın kızkardeşinin dile getirdiği dehşet, bir televizyon programında nedense mahçup bir kameranın saptadığı bölük pörçük görüntüler, gözümüzde acıklı, biraz da romantik bir son durak olan kimsesizler mezarlığını bambaşka bir gerçekliğe oturttu. Kimsesizler mezarlığı, hepimiz için bir tehdit. Herkesi yutabilir. Adeta bir kıyımdan artakalan toplu mezarlık. Son yıllarda gelişigüzel rakamlarla adlandırılıp üstüste, yanyana gömülüveren, kimliği meçhul varsayılan ölülerin çoğunluğu doğal olmayan yollarla ölüme yakalanmış. Tercümesi: İşkenceden geçmiş, paralanmış, katledilmiş. Kayıplarımızı ormanlardan, kimsesizler mezarlığından, şifreli adli tıp dosyalarından bulmaya başladık. Hayatımız aynı çöl lehçesiyle sürçüp gidiyor. Yer yerinden oynamıyor.
Ayşenur, Hasan, Rıdvan... Onları bulduğumuza seviniyoruz. Onları kendi ellerimizle bir kez daha kendi tarihimize, kendi belleğimize gömebildiğimize seviniyoruz. Bir umutsuz bekleyişe, beklentisi olmayan sinsi bir umuda asılı kalmaktan kurtulduk. Onları bulduk. Ama yer yerinden oynamadı.

Gece ve sis

İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı "Gece ve Sis" ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973 darbesinden sonra Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sonra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik.
İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor.

Rakamların serinliği

Rakamlardan söz etmek istemiyorum. Rakamlar beni üşütüyor. Rakamsal dökümlerle yaklaştığımızda herşey sanki zihinsel denetimimiz altındaymış gibi oluyor. Kaydımızdan düşüveren, şu an nerede, ne durumda olduğunu bilemediğimiz insanların sayısını anmayacağım.
Bilebildiğimiz, binlerce isim. Saptayabildiğimiz...
Toplumsal bilinç kuntlaşması sonucu, gitgide her olguyu, başımıza gelen her felaketi rakamlarla açıklamaya çalışıyoruz. Kendimizi bilimsel bir yaklaşımın koruyucu, soğuk ışığı altında hissetmemizin yanısıra zamanla her kurban, bir rakam karşılığı olan, akıl sıramızda efendice yerini almış bir vaka'ya dönüşüyor. Bilginin demokratikleşmesi kisvesi altında hayatımız rakamlarla sıvandıkça, enflasyonun yüzdesinden en kıytırık televizyon referandumlarındaki evetlerin yüzdesine; meclis aritmetiğinden, onun beraberinde getirdiği ilçeleri il yapma katakullisine kadar, küçük birer matematikçi olarak memleketimizi çözmeye çalışıyoruz. Hayatla ilgili hesaplarımız, rakamların o büyülü kolaylığına yamanıyor; bir koyup üç alıyoruz, 8'i kaldırıp demokratikleşmeye, 24'ü koruyup laik kalmaya, 141-142'nin kalktığını hatırlatıp muhalefet yapmaya çalışıyoruz. Hayır, ben rakamlardan söz etmeyeceğim.
Kayıp'ları tek tek tanımak istiyorum. Onların topluca, bir rakamın eşliğinde toplumsal bir yara olarak adlandırılıp bizden uzağa bir yere konulmalarını, yıllar sonra hatırlandıklarında keyifli bir uyanıklıkla toplumsal bellek kaybımızdan söz edilmesini istemiyorum. Herşeyi, bu boktan dünyada kalabilecek kadar unutup, yeri geldiğinde bu memleket insanının bellek sorunundan söz edecek soğukkanlılığı tutturmayı reddedelim, diyorum. Belleksiz toplum yoktur. Çocuklarını kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi erdemlere sarılarak katliamların üstünden "aman, bir tatsızlık çıkmasın" duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır. Kayıp'larımızı iyi tanıyalım. Yer yerinden oynamalı!

İnsan kalmak için

Hüseyin kim? Kenan kim? İsmail kim? Kayıp oldukları andan itibaren bilemediğimiz, uzanamadığımız, uğultulu bir dünyanın sakinleri onlar. Bir insanı kayıp etmek, işkence tarihinde varılan son nokta. Zulmün en katmerli çeşitlemesi. Kayıp edilenin dünyayla bütün bağlarını koparmak, en ufak bir umut kırıntısına yer bırakmamak. Onu, uğruna yaşadığı, savaştığı dünyanın kaydından düşürmek. Yapayalnız bırakmak. Ardında kalanı, yakınlarını ise kendi umutlarıyla boğmak. Kendi umutlarına asmak. Kendi umutlarıyla cezalandırmak. Bildiği, hazır olduğu hiçbir duyguya soluk aldırmayan bir mahpusluğa itmek. Sevdiği, artık tanımadığı bir dünyada yaşamaktadır. Âdetlerini, kurallarını bilmediği bir dünyada. Gündelik hayatın ayrıntıları; günü gün, geceyi gece kılan ufacık şeyler incitmeye başlar. Herşey, beklemenin gergin durağanlığına yazılır. Bütün yaşamsal eylemler askıya alınır. Sevdiğinin hayatından ne kadar umudunu kesse de, bir yanıyla; o mucizelere inanan, onu insan kılan yanıyla beklemeyi sürdürür. Bir ana, on beş yıl sonra dahi araba süren gözlüklü bir delikanlı gördü mü, yüreği hop ediyor. Demek bir yanıyla oğlunun, belleği silinmiş, bambaşka biri olarak, bir başkasının hayatını sürdürebileceğini düşünüyor. Düşünebiliyor. Dile getirmese de. İnsan beyni, acılarla sıkıştırıldığında sahibini bile şaşırtacak neler üretmez ki. İnsanları kendi umutlarıyla tüketmek, onları hayatlarını artık yaşayamayacak hale getirmek, gerçekten Nazi yaratıcılığına yaraşır bir zulüm. Toplu işkence. Vakit kaybetmek yok. Kayıp edilenler ve geride kalanlar. Hepimiz, birbirimizden koparılıp bir bilinmezler dünyası karşısında çaresiz bırakılıyoruz. Görüşebildiğim kayıp ailelerinin hemen hepsi umuttan istifa etmişlerdi. Oğullarının, kardeşlerinin yaşadığından ümidi kestiklerini söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Sabahleyin oturup kahvaltı edebilmek için, para kazanmak için, çalışabilmek için, akşamleyin televizyon karşısında kestirebilmek için, evi temiz tutabilmek için, komşuları ziyaret edebilmek için. Umutsuzca bir çabayla umutlarının kalmadığını söylüyorlardı. Hayatta kalabilmek için. İnsan kalabilmek için.

O anı yaşadılar mı?

Peki, kaybolanlar kayboldukları, kaydımızdan, bilebildiğimiz dünyanın kaydından düştükleri andan itibaren neler yaşadılar? İşkencede neler hissettiler? O anı; kötülüğün yenik düştüğü, çaresiz kaldığı anı; tanık olarak, itirafçı olarak, yararlanılabilecek bilgi kaynağı olarak görülemeyeceklerinin anlaşıldığı o anı farkettiler mi? İşkencecilerinin onların işe yaramadıklarına kanaat getirdikleri o anı? Copların bezgin bir öldürücülükle gövdelerine inmeye başladığını, elektriğin denetimsizce verilmeye başlandığını, işkencecilerin yenilgi öfkesini sezmişlerdir mutlaka. İnsan o an ne hisseder? Ölüm, ne kadar göze alınırsa alınsın, yüzleşildiği anda ürpertmez mi?
Yoksa başından beri karşılarındaki işkencecileri sonları olarak mı gördüler? Çoğu önceden baskı, dayak, işkenceyle tanışmıştı. Ama her seferinde yakınlarının bir şekilde izlerine düşmüş olduğunu biliyorlardı. Yakınlarının tanıklığına sığındılar. Sevdiklerinin kayıtlarına sığındılar. Korkunç bir masal ormanında sonsuza dek kaybolmamak için arkalarına iz serptiler. Diyelim, bir polis arabasına tıkılırken yoldan geçenlere adlarını haykırdılar. Gözaltında adlarını haykırdılar. Yan koğuştaki, sağ kalacağından emin olamadıkları adama künyelerini haykırdılar. Bildikleri yegane dünyaya ulaşmaya çalıştılar. Ama işte o an; paylaşamayacakları, artık kimseye anlatamayacakları bir an. Tek kişilik. Ölüm gibi... O an, rüyalarıma giriyor. Gencecik bir kadın, gencecik bir adam, öleceğini anlıyor. Bundan hiçbir sevdiğinin haberi olmayacağını da biliyor. O an, yapayalnız. Ardında kalan dünyayı düşünüyor belki. Belki onu da düşünecek halde değil.
Şu dünyada nerede olduğunuzu, ne yaşadığınızı bilen tek sevdiğiniz kalmadığında başka bir düzleme; âdetlerin farklı olduğu; işaretlerin, diyelim bir sözün, bir bakışın bambaşka anlamlara geldiği bir dünyaya geçtiniz demektir. O çizginin ötesine geçtiğiniz anda, berisinde kalanlar; ananız, arkadaşlarınız, sevgiliniz, mutlaka size çoktan ardınızda bırakmış olduğunuz bir dünyanın çok ama çok uzak anıları gibi geliyordur. Sesinizi artık kimseye duyuramayacaksınız. Kısacık ömrünüzde çoktan göze almış olduğunuz, buna rağmen kafanızda hep öteye, daha öteye ittiğiniz o an geldi işte. O kopma anı. Düşman karşınızda. Öfkeden yüzü gözü seyiriyor. Sizi öldürecek. O düşman kim peki? Görünürde o da sizin gibi biri. Belki yaşıtınız. Aynı mahallede oturuyorsunuzdur, kimbilir. Yoksulluğun dilini biliyor o da. Analarınız pazar yerinde dertleşiyor belki de.

Kötülüğün örgütlenmesi

Kötülük üstüne düşünelim istiyorum. Şefkat, merhamet, vicdan; velhasıl artık hepsi yanlış yazılan bu kelimeler ne ifade ediyor? Oğlunu kaybetmiş bir anayı çamura yuvarlayan polisi, çaresiz kaldığını öne sürüp yine de koltuğundan vazgeçmeyen bakanı düşünelim. Kurbanının etinden et koparan, ona böylesine büyük bir nefret biriktirebilmiş olan adamın hiçbir canlıya, hiçbir şeye merhameti yok mu? Herkesi rahatlıkla tekmeler, kanatır, yaralar, parçalar mı?
İçindeki vahşi hayvanı böylesine serbest bırakmasına yol açan ne, kim? Bir insana uzun uzun çeşitli işkenceler yapan, çığlıklara kulağını tıkayan, sonunda onun ölüsünü bir ormana atıveren kim? Uzaylı mı? Deli mi? Ne kadar uzağımızda? Seçim önceleri güleryüzlü, hak hukuk söylevleriyle oyumuzu rica eden, yeri geldiğinde dilenen adamlar kim? Son zamanlarda kimi bakanlar hangi suskunluk hakkını kullanıyor? Böyle bir hak var mı? Varsa Mafia'nın suskunluk yeminine mi benziyor?
Cumhurbaşkanından en ücra köydeki mazlum anaya kadar herkesin üstündeki bir güç, bir dünya mı çekiyor sevdiklerimizi yanına? Kontrgerilla, açıkça dile getirilir, tarihi deşilir, kökü kazınmaya çalışılırsa, gizli-açık bağlantıları nedeniyle bütün devlet yapısı çöker mi? Korkulan, göze alınamayan bu mu? Geceye ve sise borcu olmayan kimse yok mu? Amerikan filmlerindeki kovboy kılıklı kahraman bireyleri mi bekleyeceğiz? Devletin bekası için halktan gizlenen nedir? Halk, bu sırra daha ne kadar kurban verecek? Bundan 20 yıl sonra hâlâ başımızda oturan Demirel, bugünün kayıpları için, Deniz'lerin idamı için dediği gibi "o günün koşullarında kaçınılmazdı" mı diyecek? Mehmet Ali Birand yine zıplaya zıplaya haşmetpenâhlarını sıkıştırıp memleketin en iyi gazetecisi olarak zafer gülücükleriyle programını kapatırken yine bizi gözyaşlarına boğan bir demokrasi dersi mi verecek?
Kayıp aileleriyle görüştüm. Kayıp edilen o insanları tanımaya çalıştım. Onlardan kendime bir aile edindim. Şimdi onları çok özlüyorum. Kayıplar listesinden pek çok insanın ailesi bizimle görüşmeye yanaşmadı. Kalan çocuklarını da kaybetmekten korkuyorlardı. Herşeyin ötesinde dış dünyaya güvenleri kalmamıştı. Görüşmeyi kabul edenler, kayıplarının hayatından umudu kesmiş olsalar da hesap sormak istiyorlar. Ama önce sevdiğimizin, hayal edemeyeceğimiz yöntemlerle berelenmiş ölü bedenini olsun, istiyoruz. Onu biz gömeceğiz. Onu biz gömene dek bu dünyada yerimiz yok!
Hepimiz gün günden büyüyen bir kayıplar ailesinin üyeleriyiz. Yakınlarımız kayıp edilmiş olmayabilir. Kendi kayıplarımızı, her geçen gün kaybettiğimiz, kaybettirildiğimiz şeyleri hatırlamanın zamanıdır.




17 Mayıs 2011 Salı

1 Mayıs 1996'ın Dördüncü Kızıl Gülü Akın Reçber



90'lar şimdiki muktedirlerin ve yancılarının gözümüzü korkutmak için hiç durmadan hatırlattıkları seneler. Kendileri korkudan, korkudan da ziyade hoşlarına gittiği için seslerini çıkarmadan, gülümseyerek izledikleri zamanlar. Arkadaşlarımızın,yoldaşlarımızın ev baskınlarında, sokak ortalarında, işkencelerde, şehrin izbe yerlerinde gözleri bağlı enselerine tek kurşun sıkılarak, kitle katliamlarında infaz edildikleri işkencenin olağan sayıldığı zamanlar ve fakat bütün bunlara rağmen devrimcilerin diz çökmeden akın akın sokaklara döküldüğü yıllar. Şimdi demokrasi havarisi kesilenlerin hiç seslerini çıkarmadıkları, sırasıyla asker postalı ve polis copuna karşı saygı duruşuna geçtiği zamanlar. Ve inatla üniversite öğrencilerinin, işçilerin, memurların, yoksulların, Kürtlerin meydanları doldurduğu, herşeye karşı umursamaz bir cesaretle faşizme meydan okuduğu yıllar.

1 Mayıs 1996 kitlesel eylemlilik olarak 90'ların zirvesi. Kadıköy'e çıkan yüzbinden fazla devrimci o gün, ülkenin katliam tarihine eklenen yeni bir sayfaya tanık olacaktı. İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu’nun “bugün kan akacak. Orospu çocuklarına göstereceğiz. Bir daha nefes alamayacaklar...” telsiz anonsları eşliğinde üç devrimci katledildi. Daha sabahın yedisinde polis hedef göstererek ateş açıyor 18 yaşındaki Hasan Albayrak ve yine 18 yaşındaki Dursun Odabaşı, eylemin bitmesine yakında Levent Yalçın ölümcül bölgelere aldıkları mermilerle hayatlarını kaybetti. Bu 3 devrimcinin katledilmesi yeterli gelmedi eylem sonrası yüzlerce eylemci gözaltına alındı ve işkenceye götürüldü.

Akın Reçber (arkadaşlarının arasındaki adıyla Hakan Yoldaş) Ankara'nın yoksul semtlerinden Şentepe'den 1 Mayıs için İstanbul'a gittiğinde daha 18 yaşındaydı. Yolda otobüsün önünü kesip pankarttaki "bu kavga en sonuncu kavgamızdır" yazısına bakıp "hanginiz kavga edecekse gelsin benimle kavga etsin lan" diye bağıran Terörle Mücadele komiserine içinden küfretti belki de. Sonra ise işte alandaydı, eylem bittikten sonra yoldaşları Ankara'ya dönerken, İstanbul'da oturan Ağabeyine gitmek için beklediği otobüs durağından gözaltına alındı. Ertesi gün bütün gazeteler (şimdinin ana akım ve yandaş gazeteleri) 3 devrimcinin cesedini görmeyip, banka camı ve lale hesabı yaparken, Akın Reçber yüzlerce kişiyle birlikte işkence altındaydı. 10 gün sonra serbest bırakıldı, Ankara'ya döndüğünde çok ağır işkence gördüm ama konuşmadım dediğinde çok kişi gülümsedi. Konuşacağından şüphe duyduklarından değil, o kadar kişiye çok ağır işkence yapılamayacağını düşündüklerinden. Ankara'ya döndükten sonra akciğerlerinde işkencede gördüğü hasardan dolayı hastaneye gittiğinde teşhiş konulamadı. 20 Mayıs 1996'da henüz 18 yaşındayken, cesaretiyle geride kalanlara örnek olarak, hesabı sorulacak olanlara bir halka daha ekleyerek hayatını kaybetti.

Yosun kokuları değil kan tutar baharın yeli
Ey benim sevdiceğim kan tutar baharın yeli
Uzanmış boylu boyunca karanfil kokulu bir kuş
Elinde ipek mendili omuz başından vurulmuş

Günlerin en mavisinde düşlerin en mavisinde
Sokağın sesi mi olur düşen çiçeğin yası mı

Karanlığın işi nedir mayıs doğmasın diyedir
Geceye ışık saçanın sevdası ölesiyedir
Uzanmış boylu boyunca karanfil kokulu bir kuş
Elinde ipek mendili omuz başından vurulmuş

Günlerin en mavisinde düşlerin en mavisinde
Sokağın sesi mi olur düşen çiçeğin yası mı
Halaya durmuşsa mayıs sokağın sesi de olur
Halaya durmuşsa mayıs düşen çiçeğin yası da

13 Mayıs 2011 Cuma

Biliyoruz yalancısınız

Tarih merakım küçükken başladı, o zaman mahallemize gelmeyen Tercüman gazetesini babama Ulus'dan aldırtır, şanlı Türk tarihimizin verildiği kitaplar için kupon biriktirirdim. Sonra da tek tek, hepsi kahraman, hepsi insancıl, hepsi adil Türk devletlerine bakar, kalleş, devletimizi yıkmak için askeri güçleri yetmediğinden karı kız gönderip devleti yıkan düşmanlardan nefret ederdim. Girdiğimiz her ülkeyi talan etmemiz gücümüzün göstergesiydi. Sonra Osmanlı tarihi geldi, sonradan öğrendim Cihan Padişahı diye övündüğüm kişilerin bıraktığı düşmanlık nedeniyle annemin halen Alevi olduğunu gizlediğini. Sonra bize Türkleri öldürdüğü, düşmanla işbirliği yaptığı söylenen Ermenilerin, Rumların yüzbinlercesini katledip kalanlarını da bizden önce olduğu topraklardan kovduğumuzu öğrendim. Kürt isyanları diye adlandırılan Koçgiri'nin, Zilan Deresi'nin, Dersim'in bebeklerin, kadınların öldürüldüğü, kalanların sürüldüğü katliamlar olduğunu, her katliamda kız çocuklarına hizmetçi ve kadın olarak el konulduğunu. Resmi tarih böyle işliyor, katiller kahraman, mağdurlar hain oluyor. Bir de bize özgü birşey var, ülkedeki sosyalist ve Kürt partileri dışında bütün siyasetlerin kökeni olan CHP tek partisine yıkılarak temize çekiliyor herşey, Dersim katliamı esnasında Başbakan olan Celal Bayar'ın kurduğu Demokrat Parti'nin takipçileri (ve DP'yi sahiplenerek) kendilerini demokrat ilan ediyor ve açıkça yalan söyleyerek kendilerini temize çekiyorlar.

1920'den bu yana (Ermenileri ve Rumları daha önceki tarihlerde neredeyse tamamen yokettiklerinden, ve az sayıda kalan Yahudileri 1934 Trakya olayları, Rumları 6-7 Eylül olayları, ve Varlık vergisi, Aşkale sürgünü vs. gibi değişik baskı mekanizmalarıyla neredeyse tamamen safdışı bıraktılar) ülkede sosyalistler, Kürtler ve Aleviler baskı görüyor, katlediliyor. Toplu katliamlar, infazlar, işkenceli sorgular, ağır hapis cezaları vs. Resmi tarihimiz elbette bunları da çarpıtıyor, faşist sokak terörüne karşı kendilerini savunmak için silahlanan sosyalistler ülkeyi kana bulayan teröristler, Maraş'da, Çorum'da çok sayıda ilde katledilen Aleviler "silahlı çatışma mağdurları", 90 yıldır dünyadaki sayılı zulümlerden birisine uğramış Kürtler "rahatlık batan hainler" olarak anlatılıyor.

2011'de de durum farklı değil, son 50 günde 2.500 Kürt gözaltına alındı, tarihinin belki de en zayıf dönemini yaşayan ve neredeyse tamamen legalize olmuş sol yapılara karşı sürekli gözaltı ve tutuklama terörü devam ediyor, 40 yıldır varolmayan örgütlerden dolayı insanlar hapis cezası alıyor, iktidar partisi ve medyası sürekli Alevi düşmanlığını körüklüyor. Liberal şarlatanlarca özgürlüğün geldiği söylenen üniversitelerde faşist saldırılar, polis/ÖGB terörü, soruşturma ceza terörü devam ediyor. Fakat son zamanlarda farklı bir durum var, iktidar ve iktidarın şefkatli kucağına oturan kimileri "ileri demokrasiye sahip" bir ülkede yaşadığımızı iddia ediyor, öte yandan 10 sene öncesinin muktedirleri ise kendilerini gerçek demokrat ilan edip şimdikileri faşist ilan ediyor. Ve bu kavgalarını iki tarafta utanmadan Devrimciler, Kürtler ve Aleviler üzerinden yapıyor. Utanmadan cellatlarından birisini daha çok sevmesini istiyorlar.

Bir kez daha söylüyoruz, ne cellatımızı seçmek gibi bir düşüncemiz, ne de iki tarafında söylediği yalanlara inanmak gibi bir durumumuz yok. Ehven-i şer bizim kelime dağarcığımızda bulunan bir terim değil. Ne rehine liberallerle, ne de tek derdi zalimliği kaptırmak olan ulusalcılarla paylaşacak birşeyimiz yok.

Bizi yok sayanlar bilsin ki "Vardık, varız, varolacağız"





23 Ocak 2011 Pazar

Kırık Kalpli Liberaller


Son iki gündür basında bir haber var. Tevatüre göre, AKP önümüzdeki seçimler için Elazığ'dan Mehmet Ağar'ı aday gösterecek. Ağar'a teklifin yapıldığı, kendisinin de bu duruma sıcak baktığı gelen haberler arasında. Kurdeleyi keserler mi, güzel güzel anlaşırlar mı bilemeyiz ama bu haber karşısında AKP'ye uzun süreden beri destek veren, destek vermek bir yana parti militanı gibi can siperane savunmaya geçen liberallerin ve yetmez ama evetçi solcuların ne diyeceğini çok merak ediyorum.

Liberallerle, liberal solcular AKP'ye desteklerini her fırsatta iki gerekçeye dayandırıyorlardı. Bunlardan birincisi, AKP Kürt sorununu çözmeye niyetlenmiş bir partiydi, ikincisi ise Ergenekon davasıyla devlet içindeki çetelerle savaşıyordu. Bu iki cengaverce mücadelesi AKP'yi özgürlükçü ve destek verilmesi gereken bir parti yapıyordu haliyle. Bu destek meselesini abartan bazı Marksistler gazete köşelerinde Tüsiad verileriyle ekonominin iyiye gittiğini, işsizliğin azaldığını, krizin teğer geçtiğini bile söylediler utanmadan.

AKP'nin bir burjuva partisi olarak emek ve işçi düşmanı olduğunu kanıtlamak için örnekler vermeye gerek yok. Durumun böyle olmadığını düşünenler varsa sendikalılandıkları için işten atılan emekçilere, Tekel direnişine, Sinter mücadelesine baksınlar yeter. Çok demokrat AKP'nin öğrenci düşmanı olduğu gerçeği de hafızalarımızda. Dolmabahçe'de polis tekmesiyle bebeğini düşüren kadınlar, Odtü kapısında tonlarca suyla yıkanan öğrenciler, parasız eğitim pankartı açtığı için aylardır hapiste olan ve hakkında 15 sene istenen gençler görülmeyecek cinsten değil. İktidar partisinin çevre düşmanı olduğu, yapılması için kendisini parçaladığı HES'lerden, Aliinoi gibi tarih ve kültür hazinelerini gözünü kırpmadan yok etmesinden malumumuz. Demokrasi kahramanı AKP'nin eşcinsellere bakışı zaten Aliye Kavaf'ın sözleriyle sabit "Bu hastalıktan kurtulmalıyız" Memurları ne kadar sevdikleri verdikleri %0.5 zamdan, esnafı ne kadar sevdikleri ekonomik krizle kapanan binlerce dükkandan zaten belli..Ee ne kaldı liberallerimiz ve müthiş solcularımızın elinde: Kürt sorununu çözecek olan parti, Ergenekonla mücadele eden parti.

Kürt sorununu çözecek olan partinin sicili mükemmel. DTP'nin kapatılması, seçilmiş Kürt siyasetçilerin KCK davasıyla hapiste süründürülmesi, taş atan Kürt bebelerinin onlarca yılla yargılanması, seçim barajının inatla düşürülmemesi, Kürt dilinin bilinmeyen bir dil olarak adlandırılması, en son Mutki'de bulunan toplu mezarlar hakkında hükümetten kimsenin ağzını açmaması ve daha niceleri. İşte size Kürt sorununu çözecek olan demokrat AKP'nin Kürt meselesiyle imtihanı.

Ergenekon davasıyla çetelerle savaşan AKP'nin buradaki sicili de harika. Memleketin kan gölüne döndüğü yılları Ergenekon'un üzerine yıkan parti, nedense o yılların asker olmayan devlet görevlilerinin hiçbirisini yargılamıyor. Tansu Çiller'e gel bakalım sen buraya demiyor, Mehmet Ağar'a anlat demiyor, Süleyman Demirel'e konuş demiyor. O yıllarda yaşanan tüm vahşetlerde emir verici konumunda olan insanların hiçbiri yargılanmıyor ama hükümet çetelerle mücadele ediyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Heralde Mehmet Ağar'ı parti genel merkezinde ağırlayarak, milletvekili seçtirerek, parti rozetini yakasına takarak yapmayı planlıyor.

Bu bahsedilen Mehmet Ağar transferi gerçekleşmese de, Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu gibi adamlar AKP'nin yöneticileriyken, Mehmet Ağar'ın da aynı partiden milletvekili olması bizi şaşırtmaz. Çünkü biz biliyoruz ki, bu adamların hepsinin tarihi de, tıyneti de aynı. Devlet adına kurşun atan bu şerefli insanların AKP çatısı altında toplanması ancak liberalleri şaşırtır. Artık AKP'nin kendileriyle işi kalmadığını anladıkça kendilerini aldatılan sevgililer gibi hissetmeleri normal ve müstahak. Hegemonya mücadelesini kazanan AKP, artık liberallerin toplum mühendisliğine ihtiyaç duymuyor. Yıllarıdır hükümet desteğiyle sözleri ciddiye alınan, cürümlerinin onlarca katı fazlasıyla ekranlarda görünen, her fırsatta bize ve tarihimize küfür eden bu adamlar artık yerlerine oturmalı ve gerçekten mücadele eden insanlara gölge etmemeliler çünkü hükümetleri onların sözleşmelerini feshetti...

16 Ocak 2011 Pazar

Rosa bir kartaldı ve kartal olarak kalacak.

Tarihte en fazla hedefe konulmuş kişi herhalde Rosa Luxemburg'dur, çünkü o kadındı, Yahudiydi ve komünistti. Normalde birisini zayıflatması gereken bu özellikleri onu daha da güçlendiriyordu. Üstüne üstelik aşıktı da, kavganın en sert zamanlarında bile aşkını gözardı etmeden sosyalizm kavgasına devam etti, bütün insalcıllığıyla, bütün ömrünü yoldaşı Karl Liebknecht ile kapitalizmle, yurtseverlik ve milliyetçilikle mücadeleye adadı. Birinci paylaşım savaşında sosyal demokratların büyük kısmı gözleri dönmüş şekilde yurtseverlik nidalarıyla kendi ülkelerinin burjuvazisinin çıkarları için başka ülkelerinin emekçilerinin öldürülmesini desteklerken, onlar Lenin ve Troçki gibi az sayıda komünistle birlikte buna karşı çıktılar.

Savaşa karşı oluşu yüzünden hapise de düştü, hapisteyken yoldaşı Sonja Liebknecht'e yazdığı mektup içinin bütün güzelliğini gösteriyordu:
“Soniçka, manda derisinin kalınlığı ve sağlamlığı özdeyişlere geçmiştir, düşün artık, derisi yarılmıştı. Yük boşaltılırken hayvanlar yorgunluktan bitkin, hiç kıpırdamadan duruyorlardı ve biri, kanayan, bütün bu süre içinde o kara suratında ve yumuşacık kara gözlerinde ağlayan bir çocuk ifadesiyle önüne bakıyordu. Bu gerçekten de tam olarak, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış, üstelik nedenini niçinini anlayamamış, zulüm ve işkenceden nasıl kaçacağını bilemeyen bir çocuğun ifadesiydi. Hayvanın karşısında duruyordum, bana baktı. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Akıttığım yaşlar, onun gözyaşlarıydı. İnsan, ancak canı kardeşinin kederi karşısında, benim bu sessiz ıstırap karşısında çaresizlik içinde titrediğim kadar acıyla titrer.
Romanya’nın özgür, bereketli, yemyeşil otlakları ne kadar uzak, nasıl sonsuza dek yitirilmiş. Ne kadar farklıydı güneşin ışıltısı, rüzgârın esişi; ne kadar farklıydı kuşların güzelim cıvıltıları, çobanların şarkılı çağrıları. Buradaysa; bu tuhaf, sevimsiz şehirde; boğucu bir ahırda, çürümüş samanla karışık küflü, kusturucu otlar, tuhaf, korkunç insanlar, ve dayak, taze yaradan akan kan.....
Ah! Zavallı mandam! Benim zavallı canım kardeşim! İkimiz de burada öyle güçsüz, öyle hevessiz duruyoruz; ancak acıda, güçsüzlükte ve özlemde ortağız.”

Onun fikirlerini elbette hapisde geçirdiği zaman da teslim alamadı, 15 Ocak 1919'da Alman Sosyal Demokrat hükümetinin emriyle katledildi yoldaşı Karl Liebknecht ile beraber. Liebknecht ensesinden vuruldu ağır yaralı olarak kurtulan Liebknecht daha sonra kuruşuna dizilerek katledildi. Rosa ise dipçiklenerek öldürüldü ve su kanalına atıldı. Cinayetler sonrası yapılan açıklama ise ülkemizde de sık sık duyduğumuz gibiydi "kaçarken vuruldular".

Yoldaşları Lev Troçki'nin arkalarından yaptığı konuşma bize ne yapmamız gerektiğini söylüyor:
"...... Çok ağır bir darbe yedik. Fakat yine de, gelecekten sadece umutlu değil eminiz. Bugün Almanya’da gerici bir dalga yükseliyor olmasına rağmen, kızıl Ekimin orada da yakın olduğuna inancımızı bir an bile kaybetmiyoruz. Bu büyük savaşçılar boşuna ölmediler. Ölümlerinin intikamı alınacak. Onların ruhları, haklarını alacak. Aziz ruhlarına seslenerek diyebiliriz ki: “Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, sizler artık yaşamıyorsunuz, fakat aramızdasınız; güçlü varlığınızı hissediyoruz; sizin açtığınız bayrağın altında savaşmaya devam edeceğiz; mücadele saflarımızı sizin manevi heybetiniz kaplayacak! Dostumuz ve silah arkadaşımız Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht! Gün gelir ve devrim bunu gerektirirse, sizin canınızı verdiğiniz aynı bayrak altında, gözümüzü kırpmadan öleceğimize her birimiz söz veriyoruz!”

Troçkinin dediği gibi ölmeyi de Rosa'nın dediği gibi yaşamayı da bileceğiz.
“Soniçka, canımın içi, her şeye rağmen huzurlu ve neşeli olmaya bak. Hayat bu; onu cesaretle, yiğitçe ve gülümseyerek yaşamalıyız.... Her şeye rağmen.”

5 Ocak 2011 Çarşamba

Yavşak Basın, Bunu da Yazın


Odtü'de bugün yine polis terörü yaşandı. Öğle saatlerinde A1 kapısında toplanan her siyasetten öğrenci AKP Genel Merkezi önüne yürümek ve taleplerini dile getirmek istiyordu. Eylemin adı Başkaldırıyoruz'du. Yök'e, Akp'ye, Polise başkaldırmak ve biz de buradayız demek için yürüyeceklerdi. Ellerinde pankartları, flamaları, dövizleri ile çıkış kapısına geldiklerinde yaklaşık 500 kişiydiler. Karşılarında ise panzerleriyle, gaz bombalarıyla, tazyikli sularıyla, coplarıyla tam 2200 polis. Öğrencilerin okuldan çıkmasına izin verilmedi. Polis her zaman yaptığı şeyi yaptı, gözü dönmüş biçimde öğrencilere saldırdı, su sıktı, gaz attı ve gençlerin en demokratik hakkını kullanmasını engelledi. Karşılığında da taşlarla karşılaştı. Saldırıya uğrayan, demokratik hakları ellerinden alınan, ıslatılan, gaz yiyen, cop yiyen, konuşmasına izin verilmeyen öğrenciler organize ve devlet eliyle gerçekleşen şiddete taşlarla karşılık verdi.

Buraya kadar her şey normal gibi. Bu ülkede öğrenciye, işçiye, hak arayana dayak atmak, susturmak, kafasını gözünü kırmak zaten bir gelenek. Bu olanların basında yansıma ise kan donduracak cinsten. Bugün bazı haber sitelerinin, haber ajanslarının polis şiddetini, devlet terörünü nasıl haberleştirdiğine bir bakalım;
Polisin üniversitelere müdahalesini protesto etmek için Ak Parti Genel Merkezi'ne yürümek isteyen öğrenciler, polise taş ve sopalarla saldırdı.
Polis barikatını aşmak isteyen öğrencilerin taş ve sopalarla saldırması üzerine polis ekipleri tazyikli suyla müdahalede bulundu. 
...Kampüse kaçan öğrenciler, tekrar toplanarak yürüyüşe geçti. Öğrenciler, burada da polise taş ve sopalı saldırılarını sürdürdü. 


Bunlar sadece birkaç örnek. Kısa bir internet gezintisiyle çok daha fazlasını bulabilirsiniz, dikkat edin saldıran hep öğrenciler olacaktır. Ya da yarın gazetelere bir göz atın. Polis tekmesiyle çocuğunu kaybeden kadının orada ne işi olduğunu sorgulama cüretinde bulunan, öğrencilerin toplantı basmaya geldiğini savunan, gençlerin hastalıklı olduklarını yumurtlayan beyinsiz, yalaka köşe yazarları neler yazacak bir görün. Medya, 4. güç olma özelliği bir yana, hükümeti yalama mekanizmasına dönüşmüş durumda. Kafası kırılan, coplanan, çocuğunu kaybeden, gaz bombaları altında bırakılan, Ankara ayazında tonlarca suyla ıslatılan, yürüme hakkı elinden alınan, söz söyleme özgürlüğü sabote edilen, kesintisiz saldırılarla susturulmaya çalışılan gençler yine suçlu. Onlar şiddet yanlısı, vandal. Hükümetimiz mi? İleri demokrasi kahramanı elbette, insan hakları savunucusu, demokrasinin yılmaz neferi.....