12 Eylül 2011 Pazartesi

Sağım, Solum, Önüm, Arkam İşkenceci


"Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu." diye anlatır Cemal Süreya Dersim katliamı sonrası sürgününü. Yanındaki erler nasıl anlatıyordu acaba yakınlarına, ya da daha doğrusu hiç anlattılar mı?

DERSİM olaylarının yaşandığı dönem 2. Tabur, 9. Bölük’te görev yapan 101 yaşındaki Diyarbakırlı erlerden Eskeri Akyol, 74 yıl sonra “Kara Vagon” belgeselinde Dersim’de yaşanan korkunç olayları anlattı. Diyarbakır’ın Dicle ilçesi Altay köyünde iki kız ve iki erkek babası olan Eskerî Akyol ömrü boyunca Dersimde yaşanan vahşetin acı izlerini yüreğinde taşıdı.

“… Kaçanların bir kısmı derelere, mağaralara sığınmışlardı. Daha dirençli olanlar, (Munzur) nehirden karşıya geçiyorlardı. Askerler öyle yetişir yetişmez ateşe veriyorlardı mağaraları. Sonra gittiğimizde/baktığımızda, öyle çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste yığıyordu askerler ve üzerlerine gazyağı döküp ateşliyorlardı. Öyle canlı canlı… Kadın, çoluk – çocukları da yakıyorlardı…”

Dersim katliamına katılan onbinlerce erden konuşan iki kişiden birisinin anlatımı böyle. Zilan Deresi ve Koçgiri katliamına katılanlardan kimse konuşmadı. Katliamı yaşayanlardan çok sayıda konuşan oldu. Rütbeliler, emri verenlerde konuşan oranı daha fazla. Görevi emre itaat olan, itaat etmeyince cezalandırılan belki de öldürülen erlerin çok büyük kısmı konuşmamayı tercih etti ömürleri boyunca:

Karslı A. Demirtaş;
"Bir gün, 4-5 yaşlarında bir çocuğu komutan bana göstererek 'öldür' dedi. Ben yapamam deyince, yüzbaşı rütbesindeki komutanım çocuğu ayağından tuttu. Güçlü ve kuvvetli elleriyle yanı başındaki kayalara başı gelecek şekilde kaldırıp, kaldırıp vurmaya başladı. O an hafızamı kaybetmişim. Kendime hastahanede geldim. Havadeğişimi verdiler. Bir daha da Dersim'e yollamadılar. Çünkü herşey bitmişti."

Artık Dersim, Zilan veya Koçgiri katliamlarını yapanlardan kimse hayatta kalmadı. Fakat başka katliamlara karışanlar halen hayatta. 80 öncesi Kırıkhan, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas vb. katliamına katılan ve hiç ceza almayan onbinlerce, bu katliamlar olurken bu şehirlerde yaşayıp seslerini çıkarmayıp susan yüzbinlerce insan hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyor. Çorum'a her gittiğimde gördüğüm yaşı büyük herkese acaba bu da katliama karıştı mı, yoksa 2 ay boyunca onlarca kişi katledilip kadınlara tecavüz edilirken sesini çıkarmadan bekledi mi diye düşünüyorum. Üçüncü bir alternatif yok, devrimciler dışında Alevilerin yanında durup faşistleri engellemeye çalışan kimse yoktu.


Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin 31. yıldönümü, yukarıda bahsettiğim katliama göz yumanların en büyük darbe karşıtları, dünyanın en şahane demokratları olduğunu öğreneli 1 sene oldu. Katliam olan şehirlerden büyük oranda evet oyu çıkmasının onların demokrat olduğunu gösterdiğini de öğrendik yakın zaman önce.

12 Eylül sonrası başta Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevleri olmak üzere bütün cezaevleri işkence merkezleri oldu, bu işkencelere kadrolu faşistler dışında onbinlerce er de katıldı. 20 yaşında mecburi görevini yerine getirirken işkenceye şahit oldular, daha da kötüsü bu işkencelere katıldılar. Neler hissettiklerini bilmiyoruz, çünkü hiçbirisi anlatmıyor tanıklıklarını. Bir kısmı mutluydu belki vatan hainlerine yaptıklarından dolayı. Sadece 12 Eylül dönemiyle sınırlı kalmadı elbette. Sonrasında 90'larda Ümraniye, Buca, Diyarbakır, Ulucanlar ve 19 Aralık katliamlarına da katıldı binlerce er. Kürt illerinde ise yakılan köyler, işkence edilerek öldürülen insanlara şahit oldular. Ve çok azı bu tanıklıklarını anlatıyor.

Aşağıdaki fotoğrafta İlhan Erdost'u öldüren erlerin resimleri var. 31 sene aradan sonra ilk kez yayınlandılar. Böyle onbinlerce işkenceci/katil aramızda dolaşıyor.

Otobüste yanımızda oturan, sokakta ateş isteyen herkes işkenceci/katil olabilir. Bunlarla yüzleşmeden ne darbeyle ne de doksanlarla hesaplaşabiliriz.





10 Eylül 2011 Cumartesi

Sınıf farkına, Kürt sorununa ve bilimum problemin çözümüne karşı vicdan


“Bütün ıstırapları, tüm o gizli, acı gözyaşlarını, karnı tokların vicdanına yüklemek istiyorum.” Rosa LUXEMBURG

Ne kadar çok büyülü sözcük var. Bu sıralar bunlardan en çok kullanılanı ise hiç şüphesiz vicdan kelimesi. Herkes vicdanlı. Doğu Türkistan için ağıtlar yakarken, öldürülen, işkence gören Kürt çocuklar için iyi oluyor büyüyünce terörist olacak nasılsa diyen milliyetçi de, Filistin'de eziyet gören öldürülen Filistinliler için yas tutarken Sudan'daki katliamları görmeyip, ülkede öldürülen eşcinseller için sevinen de, sokakta gördüğünde yüzüne bakmadığı, tiksindiği, sadece kendisine hizmet için kullandığı insanlar veya kapıcısının, hizmetçisinin 20 yaşındaki çocuğu askerde ölünce kanı yerde kalmasın diye savaş çığlığı atan ulusalcısı da ağzından bu kelimeyi düşürmüyor. Kendisini daha demokrat olarak tanımlayanlar ise, herşeyi salt bir vicdan dengesi üzerine oturtarak ezen/ezilen şiddetini hiç gözetmeden herşeye bir yapay bir vicdan çizgisinden bakıyor. 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen bir çocukla, mesleği nedeniyle savaşın bir tarafı olan birisini eşleştirebiliyor. Üstelik çoğunluğu bunda sivil Kürt çocukları yerine öte taraf lehinde konuşmayı tercih ediyor.

Bu vicdan öyle birşey ki, misal Tuzla'da, maden ocaklarında, silikozis hastalığından ölenler için kuru bir vahvah deyip geçerken, zengin çocukları bir şekilde hastalıktan, trafik kazası vb. nedenlerle öldüğünde günlerce ağıt yakılabiliyor. Çünkü sınıfsal olarak üstte olanların hastalanması, ölmesi onların vicdanını daha çok yaralıyor. Egemen olan vicdani anlayış, ölen zengine yoksuldan daha fazla üzülmeyi, ölen Türk'e Kürt'ten daha fazla üzülmeyi gerektiriyor.

Son günlerde dönen vicdan tartışmaları ise daha spesifik, sol içi sayılabilecek bir düzlemde gidiyor. Her boka burnunu sokmayı meslek edinmiş bazı muktedir sevici "gazeteciler" ise vurulmuş ava atlamayı bekleyen av köpekleri gibi aportta bekliyorlar. 90'larda TMŞ komiserliği yapanlar da, okulunun bir topluluğunda kız tavlamak için şekil yapan da, kantinlerde solcuların masasında bir çay içip kendisini şimdi sosyalist kanaat önderi sananlar da bu fırsatı bekleyip, ilk fırsatta birilerinin eteği altına saklanıp saldırabiliyorlar. Kelime oyunlarıyla "vijdan" diye seslenerek. Kendilerinin bulunduğu bok çukurunu vidanjör bile temizleyemeyecekken üstelik.

Elbette bu durum, öte tarafta "salt" vicdan üzerinden politika yapanları temize çekmiyor elbette, bir şekilde zaman zaman benim de savunmak zorunda hissettiğim bir vicdan kumkuması yazar, içindeki sınıf kinini kustu (esasında onun sınıfındakiler kusmaz, istifra eder). Hizmetçisine aylık olarak bir ayakkabı parası verdiğini, sosyal güvenliksiz çalıştırdığını üzerine hiç dokundurmadığı "vicdanı" ile aklayarak anlattı. Ve elbette kendisini ve sınıf bilinci hiç olmamış hizmetçisini övmeyi de ihmal etmeden. Yazıda hizmetçisinin sınıf öfkesine ne olduğunu merak ettiğini söylerken, kendisinin O'na karşı yaptıklarının maskelenmiş sınıf kini olduğundan da habersiz. Ne diyelim sizin vicdanınız ve domatesleriniz size kalsın, elbette bu küstahlığınızın/şımarıklığınızın hesabının sorulacağı günler için mücadeleye devam edeceğiz.

Ne vicdan, ne merhamet, ihtiyaç duyduğumuz tek duygumuz sınıf kinidir.