7 Mart 2012 Çarşamba

90’lara Dönen Kürt Sorunu mu, “Batı” Yakası mı?



Nasıl ki bir yaprak tüm ağacın sessiz bilgisi olmadan sararamazsa,

bir suç da topunuzun gizli isteği olmadan işlenemez.

H. Cibran


Cengiz Çandar’ın Tesev için hazırladığı “Dağdan İniş- PKK Nasıl Silah Bırakır” isimli rapordan öğrendiğimiz üzere, askeri imhanın imkansızlığından mecburen doğmuş olan açılım sürecinde [1], KCK operasyonları kapsamında yapılanların bir siyasi-soykırım olduğunu söylemek artık malumun ilamı halini aldı. AKP’nin, varlığını kabul ederek ve açılım sürecini başlatarak Kürt sorununda yapıcı bir politika izlediği yaygın görüşünün aksine yapılanın ne olduğu açık: Kürt Özgürlük Hareketi’ni “dağa” hapsetmek, “ovadakiler”i kriminalize etmek, bir yandan askeri olarak “yenemeyeceğini” bildiği hareketle AB uyum yasaları gereği müzakereler yaparken diğer yandan müzakerelerde iktidarın istediği sonuca ulaşmak için hareketin tüm damarlarını kesmek, önemli isimlerini hapse tıkmak (Abdullah Öcalan’ın tecridi de buna dahil) ve hareketi nefessiz bırakarak yok etmek.

Hız kesmeden devam eden askeri operasyonların yanında 2009’dan beri KCK operasyonları kapsamında 6300 kişinin tutuklanması bunun en somut göstergesi. 6300 KCK tutuklusundan bahsettiğimiz bu operasyonlar, sürecin vahametine dikkat çekmek isteyen Selahattin Demirtaş’ın haklı bir kaygıyla “90’lar yeniden mi yaşanacak” diye dile getirmesiyle, ağızlara pelesenk olan ve çokça muhalif ağızlarca ve medyaca dile getirilen “acaba Kürt sorununda 90’lara mı dönüyoruz?”

tartışmalarını da beraberinde getirdi.


Peki, “geri dönüldüğü” iddia edilen yıllar boyunca Kürtler’in ekonomik-politik-sosyal haklarında nasıl bir “ilerleme” yaşandı? Ya da Kürtler’in artık daha az “öldürülüyor” olmaları mı bir ilerleme sayılmakta? Çünkü bu kaygının Kürtlerce dile getirilişini haklı bulmakla birlikte, 90’larda -ve genelde- Kürt sorunu konusunda başını kuma gömmüş bir tavır sergileyenlerce dile getirilmesi artık abesle iştigal bir hal almaktadır. Bir “geriye dönüş”ten sözetmek için bir ilerlemenin olması gerekir. Kürt sorunu, devletin uyguladığı politikalar itibariyle bırakın 90’lara dönmeyi, 90 yıldır ilerlemeden aynı yerde. Ne yaygın basında duymadığımız veya duysak da çok umursamadığımız askeri operasyonlar, ne baskılar, ne sansür, ne cinayetler, ne hapis cezaları, ne asker, ne polis, ne kontr-gerilla, ne de “kaza” süsü verilmiş kasıtlı katliamlar Kürtler’in hayatından eksik olmuştur. Kürtlere yönelik şiddet ve baskı politikaları sadece dünyanın değişen konjonktürüne göre başka enstrümanlarla devam etmiş, azalmamıştır.

Şüphesiz, 90’lara dönen bir tutum mevcut. Fakat bunu sıkça dile getirildiği gibi iktidarın enstrüman ve biçim değiştiren uygulamaları çerçevesinde değil, medya, aydınlar ve kitlelerin tutumu çerçevesinde ele almak gerekir. Bunun için 90’larda, bugün toprak altından çıkan kemiklerin sahiplerine bunlar yapılırken, hepimizin neler yaptığını -veya yapmadığını demek daha doğru- kabaca hatırlamak faydalı olur.


Hayalet 90’lar

90’lar, SSCB’nin dağılışı ve soğuk savaşın sona erişiyle birlikte tüm dünyada iyice güçlenen neo-liberal politikalar ve iyice zayıflayan sosyo-ekonomik eşitlikle, politik anlamda Kürtlerle zaten açık olan uçurumun, ekonomik olarak da iyice açıldığı yıllardı. Mesut Yeğen’in belirttiği gibi Körfez Savaşı, Irak Kürdistanı’ndaki Kürt yönetimi, Avrupa’daki Kürt diasporası ve küreselleşme serüveni, Kürt meselesinin ayrı bir konjonktürde ele alınışını sağladı. Kürt realitesi bir cümleyle tanındı ve Kürtler’in yasal siyasi aygıtlarla da sahneye çıktığı gelişmeler yaşandı. HEP’in kurulması, seçimlerle meclise girmesi ve girdiği gibi çıkarılıp milletvekillerinin hapse yollanması peş peşe yaşanan gelişmelerdi.


90’larda meselenin legal çehresinde bunlar yaşanırken, illegal çehresinde başka şeyler yaşanıyordu.

Bugün sayısı 20 bin olarak telaffuz edilen insanlar, gece yarısı evlerinden alınıp işkenceden geçirildiler, kaybedildiler. Kontr-gerillalar Kürtler’in tüm siyasi damarlarını temsil eden insanları imha ettiler. Tüm Kürt muhalefeti ve Kürt yayın organları susturuldu, bombalandı. Kürt gazeteciler yol ortasında öldürüldü. Her gün saat 17’den sonra kazara evinde değil de sokakta olanların hayatlarının risk altında olduğu ve tüm sorumluluğun kendilerine ait olduğu şehir hoparlörlerinden tekrarlandı. Köyler yakıldı, köylüler tarandı, koyunlarını otlatan insanlar ‘terörist sanılarak’ vuruldu. Köy korucuları, Özel Harekat Timleri ve Türk İntikam Tugayı timleri gece yarısı baskın yaptıkları köylerde, Kürt kadınları ve çocukları üstünde erkek şiddetinin en şaşmaz yöntemini kullandı. Meralar, tarım arazileri ve dereler kurutuldu. Ağaçlar ve ormanlar yakıldı. Hayvanlar “terörist sanılıp” katledildi…[2]


Ülkenin “Doğu” yakasında bunlar olurken, “Batı” yakası olan biteni sessizce izlemekle meşguldü. Tabi ki yapılan katliamlara ve baskıya ses çıkaran cılız bir direniş ve bağımsız medyadan örnekler mevcuttu fakat yargılanmaları ve tutuklanmaları da direnişleri gibi ses getirmeyen türdendi. Yaygın medyada ise Kürt meselesinin sadece insan hakları perspektifinde çözülmesini isteyen ve şimdi çoğunlukla liberal-sol olarak tanımlanan “aydın”ların, sorunu “şimdi”ye adapte edemeyen, Kürt haklarından sadece kültürel olarak bahseden ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Kürt politikaları ve Mustafa Kemal’in başlattığı askeri vesayetin Kürt politikası konusundaki “yanlışları” ekseninde ele alan yazıları mevcuttu (Ahmet Altan’ın Atakürt yazısı bunun en iyi örneklerindendir).

Eşber Yağmurdereli ve Yaşar Kemal’in yargılanmaları gibi örnekler mevcut olmasına rağmen, genel olarak aydınların ve yaygın medyanın birkaç imza kampanyası dışında sessiz kaldığını ve sorunu hep “geriye dönük” ele aldığını hatırlamak yerinde olur.


Bir aydın tavrı olarak 90’larda 20’lerden, 2000’lerde 90’lardan rahatsız olmak

Bugün 90’lardaki tutumla İlk benzerlik Kürt sorunundan çok sık bahseden liberal-sol kalemlerin

tutumudur. Aynı atalet ve pozisyonsuzluk, artık savunma amaçlı değil de saldırı amaçlı kullanılan “ama KCK da...” ile başlayan cümleler, tutuklamalar hakkında sırf söz söylemiş olmak için bir-iki söz söyleme, kamuoyu oluşturacak ve devleti/hükümeti köşeye sıkıştıracak pratiklerden sakınma, sadece entelektüel çevreden biri tutuklandığı zaman KCK operasyonlarını hatırlayıp kınama ve çoğu zaman hükümeti aklamak için yaratılan hükümet-devlet ayrımı ile kötü olanın devlet (veya ikincil kişiler), iyi olanın ise hükümet olduğunu belirten yazılar [3], ve yapılanı günün şartlarına bağlayıp Kürtler’in de çoğu noktada haksız olduğunu vurgulayarak asimetrik bir ilişki yaratan tutum 90’lardaki tutumla neredeyse aynı. Hatta KCK içerikli yazıların köşelerde daha sık yer almasına rağmen 90’lardan daha “görmez” bir noktada olunduğu bile söylenebilir. Çünkü 90’larda yapılanların arkasında varlığı ispatlanamaz derin yapılar olduğuna inanılıyordu. Şimdi ise kendini hukuksallık üstünden restore eden açık bir devlet terörü olduğu halde aynı tutum sergileniyor.


Mesela, 90’larda az çok Kürtler hakkında söz söylemiş ve bugün “Hükümetin yaptıkları iyi değil ama KCK da legal değil” söylemini en sık kullananlardan biri olan Ahmet Altan’ın, 1994’te Özgür Ülke (Özgür Gündem) gazetesinin Kadırga’daki binası bombalandıktan sonra birçok aydınla birlikte İstiklal Caddesi’nde Özgür Ülke gazetesi sattığını ve bugün 90’lardaki faili meçhullere en çok ağıt yakanlardan biri olduğunu biliyoruz [4]. O günden bugüne Ahmet Altan’ın patron sıfatı ile güç hiyerarşisi içinde yer almış olmasından başka, Kürtlerle ve direnişleriyle ilgili ne değişmiş olabilir ki bugün Ahmet Altan (ve bu tutuma yakın muadilleri) KCK’nin diktatör, illegal ve şiddet yanlısı bir örgüt olup temizlenmesi gerektiğini; ama devletin bu temizlikte işin ucunu kaçırdığını söyleyebiliyor [5]? Kendisine sormayı elzem sayıyoruz: Özgür Ülke gazetesi legal ve şiddet karşıtı bir yapının gazetesi miydi? Değilse ne değişti? Peki, Kürt sorununun çözümünden yana tavır alan bir aydının/yazarın sorumluluğu, ezilen bir halkın hak talebini, ezen devletin izin verdiği ölçüde ve onun çizdiği legal-illegal sınırları içinde değerlendirmek midir? Bu açıdan baktığımızda 90’lardaki faili meçhul cinayetlerin çoğu devlet tarafından “illegal” olarak tanımlanacak insanlara yönelik bir imhaydı ve Ahmet Altan o gün faili meçhul cinayetler konusunda susmak yerine konuşmayı tercih etseydi, bu cinayetlerin de, illegal olanı temizleyen uygulamalar olduğunu söyleyip yapılanları meşrulaştıracak mıydı?


90’larda tüm baskılara ve cinayetlere suskun kalan aydınlar/yazarlar/medya, suçluluk duygularını temizlemek için 1920-30’lu yıllardaki Kürt politikalarının yanlışlığından bahsediyordu. Bugün aynı suçluluk duygusunu temizlemek için 90’lara ağıt yakıyor fakat 90’ların hesabını sormaktan imtina ediyorlar. Demek ki KCK operasyonlarının Türk medyası yazarı ve aydını tarafından hak ettiğince konuşulabilmesi ve tepki alması için bir 10 yıl sonrasını, yani devletin bunları konuşmaya onay verdiği zamanı beklememiz gerektiğini söylemek, yazarların tarihlerini ve arşivlerini göz önüne alırsak, abartı veya ironi olmayacaktır.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin, mevcut baskı politikalarına dikkat çekmek için uyguladıkları her direnişte aydınlarca ve kitlelerce desteklenmemesi, direnişlerinden bahsedilmemesi ve bu direnişlerin görmezden gelinmesi, kamuoyu yaratmak için hiç çaba harcanmaması, fakat üstünden yıllar geçtikten sonra hakkında konuşularak vicdan rahatlatılması, bir aydın geleneği olarak 90’larda var olduğu gibi, bugün de varlığını sürdürmekte.


Yazar/aydınların bu konudaki tek sorunları şüphesiz “konuşmak-konuşmamak”tan öte ele alınması gereken bir durum. Sorunun bir diğer yüzü de, Kürtler hakkında az-çok, iyi-kötü söz söylemiş, imza kampanyasında yer almış, veya destek için gazetesini satmış yazarların, bunları yaptıkları için, bugün (ve dün) Kürtler’in kendi kaderlerini tayin hakkını küçümseme ve “diktatör” deyip itibarsızlaştırma salahiyetini kendilerinde görerek yeniden ürettikleri güç ilişkisidir. Devlet ve Kürtler arasındaki hiyerarşide, devletin yerine “Kürtler hakkında söz söylemiş” biri olarak konumlanıp “illegal” KCK’nin de düzelmesi/temizlenmesi gerektiğini iddia eden tavır, devletin yerini aydının aldığı bir yeniden güç ilişkilenmesidir. Şüphesiz, eleştiri başka bir şeydir ve her zaman yapılmalıdır. Fakat aydınların yaptığı gibi üsttenci akıl öğreticilikle de ayırt edilmesi gerekir.

Eğer birileri birinden bir şey öğrenecekse, ‘öğrenci’ pozisyonunda olanın “aydın” olduğunu; aydının kendi demokrasisini savunduğu zaman demokrat olmayacağını; kendine uymasa dahi Kürtler’in talebini savunduğu zaman demokrat olacağını hatırlatmak gerekir. Yani Kürt siyasetine demokrasi dersi vermeye teşne aydınların, aydın sorumluluğu ve demokrasinin ne olduğu konusunda Kürt siyasetinden öğreneceği çok şey olduğu açıktır.


Sessiz Ortaklık

90’lara dönüş tartışmalarının bir diğer ayağını oluşturan muhaliflerin/kitlelerin durumu ise ne yazık ki medyadan ve yazarlardan farklı değil. 30 yıllık savaşın öznelerinin er ve gerilla olmak üzere iki taraflı Kürtler ve yoksullar olması ve savaşa gönderilecek erlerin bile Kürtler’den ve en alt yoksullardan “seçilmesi” savaşı sadece alt sınıfa ve Kürtlere endeksledi; dolayısıyla Türk-Kürt orta ve üst sınıfının savaşa bakışını- ilişkisini iyice körleştirdi. Savaş ancak kentlere ve Türk sivillere sıçradığı zaman hatırlanır oldu ve “savaşta sivil ölümleri”ni kınayan (dolayısıyla kendilerinden uzak bir alanda, erleri ve sivil/gerilla Kürtleri kapsayan bir savaşın varlığından rahatsız olmayan) tepkiler yükseldi. Bu sınıfın “sivil” anlayışının sadece kendilerine yakın ve metropol insanlarını kapsadığı ise Roboski Katliamı gibi olaylarda maalesef gün yüzüne çıktı. Roboski Katliamı protestolarının hiç ses getirmeyen cılız bir kitleyle (BDP-ÖDP ve İHD) yapılması ve binleri sokağa dökmemesi Kürtler’in katledilmelerinin herkesçe ne kadar sıradanlaştığının, normalleştiğinin ve içselleştirildiğinin de acı bir göstergesi oldu. Tüm hafızalarda Kürtler, öldürülmesi normal olan veya ölmedikleri zaman tutuklanan insanlara dönmüşler; savaşın ve hegemonyanın 30 yıllık süreçte hepimize içselleştirdiği şey bu olmuştur.


“Bakmasak da görmesek de orda bir savaş var uzakta” anlayışının 30 yıl boyunca Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişkilenen ve destek olan az sayıdaki sendika (KESK), örgüt ve sivil inisiyatif dışında tüm “Batı” yakasını etkisine aldığı ise KCK operasyonlarındaki tutumla gün yüzüne çıktı.

KCK operasyonları ancak entelektüel çevrede saygın bir yerde kabul edilebilecek gazetecileri, akademisyenleri, yazarları, sanatçıları, yayıncıları kapsadığı zaman duyulur olmaya başladı. Rutin operasyonlar devam ederken ve her hafta onlarca insan tutuklanırken ses çıkmaması ve bu sesin sadece daha “steril” olarak algılanan insanlar söz konusuyken çıkması birkaç açıdan sorunludur. Bu tutum:

1-6300’e ulaşan tutuklu sayısını ve durumun vahametini gölgeliyor.

2-Tutuklanan insanlar arasında özgürlük istenen ve ses çıkarılan akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler ve yazarlar, gerek eğitimleri gerek konumları itibarıyla hiyerarşik olarak bir üst basamağa oturtuluyorlar. Bu, tüm tutuklular içinde bir ayrım ve eşitsizlik yaratıyor. Dolayısıyla siyasetçi, sıradan ve eğitimsiz Kürtler alt basamağa oturtuluyor.

3- Üst basamağa oturtulan bu insanların tutuklanmasına karşı gelirken ve bunu haksızlık olarak

değerlendirirken alt basamaktaki diğerlerinin tutukluluğunu “hak edilmiş”leştiriyor. Kürtlere bakışımızın iktidardan hiç farkı kalmıyor ve siyasetçi-sıradan-eğitimsiz Kürtler tutuklanmayı hak ettikleri gibi, savunulmayı da yeterince hak etmez oluyorlar. Veya ancak steril tutukluların yanında “ve diğerlerine özgürlük” kadar yer işgal edebiliyorlar.

4- Farkında olarak veya olmayarak, 6000 küsur tutuklu içinden, sadece sterilize edilen, Kürtlükle daha az ilişkilendirilen ve dolayısıyla hakkında söz söylemenin daha kolay olduğu bu bir grup insanın tutukluluğuna karşı çıkıp bunun haksızlık olduğu vurgulanırken, diğer tutuklular -yani siyasetle birincil ilişkideki Kürtler- radikalize ediliyor ve hegemonyanın normu yeniden üretiliyor.


Yani KCK operasyonları konusunda konuşmanın en kolay ve zararsız biçimi olan ve konuşanları Kürtlükle ilişkilendirmeyecek olan tutuklu “akademisyen, yazar, gazeteci, sanatçı”lar için ses çıkarmak, geri kalan tüm tutuklulara iktidarın baktığı yerden bakıyor, bu dili yeniden üretiyor ve onları radikalize ederek tutukluluklarını meşrulaştırıyor. Fakat tutuklanan “ünlü”ler dışında gerek aydınlarda, gerek medyada, gerekse muhalif kitlelerde bir-iki söz söylemek dışında bir eylem gerçekleşmiyor, yer yerinden oynamıyor, 90’larda -ve halen- öldürülmesi normalleşen Kürtler’in, 2000’lerde tutuklanması normalleştiriliyor ve uğradıkları zulüm, sessiz sedasız kabul edilmiş oluyor.


Kürt Sorunu Yurt Sorunu

Kürt sorunuyla ilgili idrak edilmesi gereken önemli şeylerden biri, bu sorunun en ağır bedelleri hep Kürtlere ödetilmiş olsa da artık sadece Kürtleri kapsamadığı, Kürt sorununun “yurt sorunu”na göbekten bağlı olduğudur. AKP’nin Kürt Özgürlük Hareketini ve “terör”ü sebep göstererek yeniden düzenlediği TMK sayesinde, artık neredeyse tüm muhalefeti ve sosyalist direnişi kolayca susturup hapse attığı bir süreçten bahsediyoruz. Kürtlere yapılan tüm haksızlıklara karşı zamanında topyekün bir direniş sergilenebilseydi ve ses çıkarılsaydı, büyük ihtimalle bugün “Batı”ya da sıçrayan ve TMK adı altında yürütülen bir hukuk teröründen de söz edilmezdi. Batı yakasından onlarca gazeteci, sosyalist devrimci ve öğrenci, malum yasalara dayandırılarak bu kadar kolay hapse atılamazdı. 7’den 70’e hapiste olan, tüm siyasetçileri susturulan, öldürülen ve hapsedilen Kürtler’e yapılanlara seyirci kalmamızın bedelini, bugün tüm yurdu saran baskı, korku ve hukuk terörüyle ödüyoruz.


Bir iktidarın yaptığı baskının-katliamın, muhalefetinden, halkından, medyasından ve aydınından bağımsız değerlendirilemeyeceğinin idrakı ile sormayı uygun görüyoruz: 30 yıllık savaşı da, 90’larda yapılan cinayetleri de, 2000’lerdeki tutuklamaları da sessizlikle izleyip, bu tavırla devlete en büyük cesareti veren ve bu uygulamalara ortak olan failler olarak 90’lara kim dönüyor sorusunu nasıl cevaplıyoruz?

90’lara dönen devlet mi, yoksa onun yaptıklarına sessizlikle ve eylemsizlikle ortak olan biz miyiz? Kürtlere yapılanlar sadece iktidarın Kürtlere bakışını mı gösteriyor, yoksa hepimizin farkında olmadan içselleştirdiği bir mütehakkim bakışı mı?


Devletin eleştiriyle “iyileşmeyeceği” veya Kürt sorununun hakkında konuşarak çözülmeyeceği de

ortadadır. Adorno’nun “kötülük hakkında konuşmak kötülüğü ortadan kaldırmaz” vecizesini hatırlayarak ve bu yazıyı da “konuşma”ya ve bu tutuma dahil ederek kaygımızı dile getirelim; el birliği ve uzlaşma ile Kürtler’e yaptıklarımızın suçunu daha ne kadar devlete/iktidara atarak suçluluk duygumuzu bastıracağız? Suçu ortadan kaldırmak ve harekete geçmek için bir planımız var mı, yoksa Kürtler’in kendi savaşlarını 30 yıldır yaptıkları gibi örgütlülükleri, direnişleri ve dirençleriyle; fakat çok ağır bedeller, ölümler, sürgünler ve tutuklamalarla baş ederek kendilerinin kazanmasını ve bu zafere ortak olmayı mı planlıyoruz?


Sahi, o gün geldiğinde Kürtler’in bizi yanlarında görmek isteyeceklerinden bu kadar emin miyiz?


Özge L. İspir


Not: Yazı ilk olarak jiyan.org sitesinde yayınlanmıştır.

______________________________________________________________________________

1] Cengiz Çandar’ın gerek Kandil’in gerekse devletin üst düzey yetkilileri ile görüşüp Tesev için kaleme aldığı “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah

Bırakır?” isimli rapordan önemli bulduğumuz bir noktayı hatırlatmak isteriz. Çandar’ın belirttiğine göre üst düzey devlet yetkilileri Kürt sorununu demokratik açılım ile çözme girişimleri öncesinde, 2007’de, askeri otoriteye “askeri olarak PKK’ye son verebilecek misiniz?” diye sormuş, bu

soruya kesin olumlu bir yanıt alınmaması üzerine de “Açılım” sürecine girişmişti. (Tesev rapor s.14 )

2] İHD’nin 90’larla ilgili bazı raporlarına ulaşmak için

http://www.ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=category&id=34&Itemid=90

3] Cengiz Çandar

4] aydınlar Özgür Ülke sattı

5] Ahmet Altan 1

Ahmet Altan 2

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder