20 Mart 2012 Salı

İç savaşa yakın giden bir demokratik devrim

Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal’in (Lit-Ci) web sayfası litci.org’da Suriye’de yaşanan ayaklanma süreci ve geldiği noktaya dair bir makale yayımlandı. Fábio Bosco ve Cecília Toledo imzasıyla yayımlanan makalede, çeşitli çevrelerce “anti-emperyalist” olduğu vurgusu yapılan Esad’a dair geçmişten bugüne bir bakış sunulurken, emperyalizmin ülkedeki ve bölgedeki ayaklanmaları kendi kontrolü altına alma çabası ve bu çabanın altında yatan hesaplar da sıralanıyor:

Suriye’de devrim dokuz aydan beri sürüyor; kitleler diktatör Beşar Esad’ın sert müdahaleleri ile karşılaşıyor. Artan sayıda ölümlerin yaşanmasına rağmen kitleler sokakları terk etmiyor ve Arap burjuvazisi de böyle şiddetli müdahaleye karşı koyabilme cesaretini göstermiyor.

Orduyu sokağa indirerek devrimci süreci durdurabileceğini düşünen Esad’ın ve Arap Birliği’nin kumarı, başarısız oldu ve tam tersi bir etki yarattı. Hem devrimci süreci sonlandırmada başarısız oldu, hem de politik muhalefetin sesinin yükselmesine, rejimin uluslararası izalosyonunun yanında orduda derin çatlaklara sebep oldu. Ülkenin içinde bulunduğu iç savaşa doğru yürüyen narin durumu kontrol altında tutmak için bir B planı oluşturmak bir seçenekti. En önemli Amerikan gazetelerinden New York Times, rejim, halk ayaklanmasına karşı durma yöntemini, Suriye’nin jeopolitik konumu nedeniyle tüm Orta Doğu’yu tutuşturabilecek bir silahlı müdahale olmaksızın değiştirebilsin diye, Suriye hükümeti ile rejimle bağlarını olabildiğince koparmadan pazarlık yapan Arap burjuvazisine yer açıyor. Suriye’nin, batısında Akdeniz ve Lübnan ile, güney batısında İsrail, güneyinde Ürdün, doğusunda Irak ve kuzeyinde Türkiye ile sınırı var. Yani yüksek oranda patlamaya hazır bir bölge.

Katliam


Esad hükümetinin kitleleri durdurmak için verdiği ilk yanıt ateş etmek, göz yaşartıcı ve zehirli gazlar, tazyikli su, tutuklamalar ve işkence oldu. Son dokuz ayın Suriye imajı, kitlelerin teslim olmayışından kaynaklı günlük yaşanan katliamlar ve artan şiddet dalgasıydı. Şu ana kadarki sonuç halka karşı yönelmiş bir iç savaş. BM raporlarına göre sivillerin, güvenlik güçlerinin ve ordudan ayrılmış askerlerin da dahil olduğu en az 3500 kişi Esad hükümetince öldürüldü. Muhalefete göre ise ölümler 600’ü çocuk olmak üzere 5 bini aştı, 7 bin kişi ise kayıp. Hapishaneler kapasitelerinin çok çok üstünde dolu ve 100 binin üzerinde gözaltı yapıldı.

Brezilyalı diplomat Paulo Sergio Pinheiro liderliğinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun yapmış olduğu araştırma Esad’ın halka karşı giriştiği baskının tüm detaylarını ortaya koyuyor. Araştırmaya göre çocuklar infaz edilmiş, hastanelerde ise işkence yapıldığına yönelik raporlar söz konusu. BM yetkilileri, raporların kendilerini “derin bir şekilde utandırdığını” söylediler. “İşkencenin politik alanda ve birçok farklı alanda kullanıldığı böylesine bütünlüklü bir baskı sistemi çok az görülmüştür. Anlaşılan, tüm ülkeyi susturmak için işkence mekanizması oluşturulmuş. İşkence sadece hapishanelerde değil hastanelerde, okullarda, yardım merkezlerinde ve bakanlıklarda da uygulanıyor. "(O Estado de S. Paulo, 26 Kasım)

Şiddet o kadar sert ki rejime karşı muhaliflerin sayısı her gün daha da fazla artıyor. Ülkenin dışında Türk hükümeti gibi daha önceki müttefikleri diktatör Beşar Esad’dan kitlelere karşı giriştiği katliamların hızını kesmesini salık veriyor. Dışişleri bakanı Alain Juppe aracılığıyla Fransa, kendine göre halkın ihtiyacı olan ilaç ve diğer gereksinmeler için insani bir koridor oluşturulması önerisini getirdi. Fransa’nın önerisi zaten ülke geneline yayılmış kanlı saldırıların ve diktatörlüğün, bölgedeki diğer diktatörler Mübarek ve Kaddafi’nin düşmesinden sonra bile isyancıları katletme politikasıyla Esad’ın bir süre daha iktidarda kalabilmesine olanak vermesinin ardından geldi. Fakat insanlar kandırılamadı, çünkü Fransa’nın önerisi gibi bu tip öneriler, emperyalist ülkelerin Suriye devrimini başarısızlıkla sonuçlandırma ve devrimin Esad’ı devirerek iktidarı ele geçirmesini önleme girişimi çerçevesinde devrime müdahale etmeye başlaması için bir yoldur.

Bu, isyancıların silahlı eylemlerinin, Kaddafi’yi külfetli bir müttefike dönüştürmesine bağlı olarak durum kontrolden çıktığında emperyalist ülkelerin Libya’da izlediği ile aynı türden bir politikadır. Kaddafi’nin müttefikleri Fransa ve İngiltere, diktatörün koltuğu bırakmasını amaçlayarak hükümete baskıya başlamış ve Ulusal Geçiş Konseyi vasıtasıyla Libya’nın kaderine müdahale etmeye kalkışmıştı. Fakat Suriye’de ise Libya’dakine benzer uçuşa yasak bölge uygulamasına gitmek oldukça karmaşık. Bu yüzden bu güçler bir başka yolla ülkeye sızmaya çabalıyorlar.

Öyle ki, Batılı bir diplomatik kaynak, Şam’ın onayı olsun olmasın, Fransa planının; Suriye’nin Türkiye, Lübnan ve diğer Akdeniz sahilleriyle olan sınırlarının içine girebileceğini belirtti. Kaynağa göre eğer bu plan gerçekleşirse buradan doğru halka ilaç ve insanı yardım sağlanabilmesinin önü açılacaktır. Bunu mümkün kılmak için, insani yardım konvoylarının açıkça silahlı korumaya ihtiyacı var ve bu da yine Suriye’ye askeri müdahaleye zemin hazırlayacak. “Kaynakların söylediğine göre iki alternatif var: uluslararası toplum, Arap Birliği ve BM’nin insani koridor açılmasını Suriye’ye kabul ettirebilmesi ya da biz başka bir yöntem bulmak zorunda olacağız. Bu durumda silahlı korumaya ihtiyacımız olacak ve bu da Suriye’ye askeri bir müdahale anlamı taşımaz.” Eğer bu doğrudan askeri müdahale değilse maskelenmiş bir askeri müdahaledir. Bu, Fransız ve BM birliklerinin halkı korumak adına isyancıları silahsızlandırmak ve Esad’ın devrilmesi durumunda isyancılar ve Suriye halkı üzerinde kontrol sağlamak için ülkede konumlanacağı anlamına gelebilir. Bugün kitleler rejime karşı mücadele ediyor fakat emperyalizm, halkın, ülke yönetimini ele alma tehdidi taşıyacak biçimde milisler örgütlemesini engellemek istiyor.

Ordu krizde


Suriye rejiminin bir kriz geçirdiğinin en büyük göstergesi, silahlı kuvvetlerin içinde bulunduğu durumdur. Rejimin ana gövdesi Suriye ordusu günden güne bölünüyor; askerler ordudan kopup Esad’a karşı savaşan isyancı güçlere katılıyorlar. Şimdiye kadar ordunun tepesi Esad’a bağlı kaldı ve protestoculara karşı baskıyı sürdürmeye hazırlar. Bir ordu açıklamasında “Suriye’yi kana bulayan her zararlı eli keseceğiz” denmişti. Fakat hükümet binalarına karşı roket ve el bombalarının da kullanıldığı bir dizi saldırı genç isyancı subaylar tarafından düzenlendi. Hatta Şam’da rejim güçlerine yönelik askeri saldırılar gerçekleştirildi. 16 Kasım’da Şam’ın mahallesi Harasta’da Suriye ordusunun istihbarat merkezi saldırıya uğradı. Ertesi gün Özgür Suriye Ordusu kuzeyde Baas Partisi ofisine saldırdığını duyurdu. Yine 20 Kasım’da Baas Partisi’nin Şam’daki ofisine saldırı düzenlendi; fakat bilgi Özgür Suriye Ordusu tarafından verilirken, saldırı Suriye Ulusal Konseyi tarafından doğrulanmadı. Her ne olursa olsun, Şam’ın dış mahallerindeki ve diğer şehirlerdeki silahlı saldırılar ve rejimin kontrolü dışına çıkan bölgelere dair bilgiler fazlalaşıyor.

Suriye’deki devrimin ilk aylarından beri yaşanan ordudaki firarlar ülkenin silahlı kuvvetlerinin birliğini tehlikeye sokuyor, Libya’da olduğu gibi Arap Birliği’nin ve emperyalizmin temel ilgisi de buna.

Suriye rejimi tarafından benimsenen ayaklanan kitleleri katletme politikası, Esad’ın söylemini yalanlıyor. Esad sözümona anti-emperyalist bir rol oynamak istiyor fakat gerçek şu ki, son yıllarda onun hükümeti İsrail sınırında istikrarı korumak için emperyalizmin lehine bir kilit rol oynuyor. Bu yüzden devrimin ilk aylarında emperyalizm ve İsrail koşulsuz olarak Suriye hükümetini desteklemiş ve sonuç olarak önemli ve tehlikeli İsrail sınırını savunmasız bırakacak biçimde istikrarsızlaşmasının önüne geçmişti.

Her ne kadar Esad’ı desteklese de emperyalizm ve İsrail devleti, Suriye’deki gösteriler son bulmadığından ve özellikle de örneğin doğrudan katliam gibi sonuçları tamamen belirsiz olan rejimin benimsediği politikalar nedeniyle Esad’la mesafeli olma konusunda ihtiyatlı davrandı. Üstelik Esad’ı desteklemek, insan hakları savunucusu olduğunu iddia eden emperyalist hükümetlerin imajını yıpratır. Bu senaryo doğrultusunda Suriye’nin uluslararası tecridi genişletildi ve Kaddafi’nin durumunda olduğu gibi emperyalizm Esad’ı muhalefet ile görüşmelere oturtmak ve çekilmesini sağlamak için yaptırım uygulamaya başladı.

Hâlihazırda ABD ekonomik yaptırımlar uygulamış durumda ve beklemede. Avrupa ülkeleri Suriye petrolünün satın alımını durdurdu ve bu durum ülkenin protesto dalgasıyla önemli biçimde etkilenen ekonomik krizini genişletti. Suriye’nin yıllık 2,5 milyar dolara ulaşan ana ticaret hacmine sahip partneri Türkiye hükümeti, giderek artan biçimde çok şey isteyen partnere dönüştü: Türkiye, Beşar’ın istifasını ve hükümetin düşmesini talep etti, dahası muhalif Suriye Ulusal Konseyi’nin yanı sıra Riyad el-Esad öncülüğündeki ve Suriye ordusundan kopan askerlerden oluşan yeni kurulmuş Özgür Suriye Ordusu’nu korumakta.

Son olarak rejim üzerindeki izolasyon, birincisi Suriye ve Katar öncülüğündeki Arap Birliği’nin, Suriye’nin baskıyı sona erdirme konusundaki kararlara uymaktaki başarısızlığı nedeniyle üyeliğini askıya alma kararına bağlı olarak, ikinci olarak da Arap Birliği gözlemcilerinin ülkeye serbest girişi kararına uymamasına bağlı olarak daha da arttı.

22 Kasım günü BM Genel Kurulu, 9’a karşı 114 oyla Suriye rejimini insan hakları ihlalleri nedeniyle mahkûm etti. Brezilya hükümeti, rejimi destekliyordu fakat önerge lehinde oy verirken, Rusya ve Çin çekimser kaldı. İran, Venezüella, Nikaragua ve Küba, Kaddafi’nin iktidardan uzaklaştırılmasından hiçbir şey öğrenmediğinin açık göstergesi olarak karar tasarısına karşı oy kullandı ve benzer biçimde, katil Esad’ın sözümona anti-emperyalist mücadele adına koşulsuz savunulması taraftarı. Böylece bu hükümetler, demokratik hakların savunusunu bir kez daha ikiyüzlü emperyalizmin ellerine bırakıyor ve Esad diktatörlüğünün katliamlarına maruz kalan Suriye halkını savunmayı reddediyor.

Muhalefet ve uluslararası "yardım"

Suriye muhalefeti şu anda iki kısma bölünmüştür. Şam’da Suriyeli bireylerden oluşan azınlık kesimi, rejimde reformun taraftarı ve dış müdahalenin karşısında. İkinci kısım, Türkiye ve Brüksel’de gerçekleştirilen toplantılardan sonra oluşturulan 190 üyeli (yüzde 60’ı Suriye’de) Suriye Ulusal Konseyi’dir. Müslüman Kardeşler, liberaller, değişik Kürt hizipleri ve görünüşe göre Yerel Koordinasyon Komiteleri bu konseyin oluşmasına katılmışlardır. Bu komiteler, gösteri çağrılarında bulunanlardır ve devrimin şu anki gerçek motorunu oluşturmaktadır. Farklı şehirlerdeki genç aktivistlerin internet araçlarını ve sosyal ağları kullanarak katliamcı rejime karşı harekete geçmeyi dillendirmeleri, aynı olgunun Suriye’deki ifadesidir.

Konsey, Arap ülkeleri ve Türkiye’yle, sözümona uçuşa yasak ve gemi girişine yasak bölgeyle sınırlı yabancı müdahale olasılığı ile flört etse de, çoğunluk kararı, işler daha da kötüye gitmeden Esad’ın istifasıdır. Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Burhan Ghaliouna, kendisine olası yabancı müdahale talebi sorulduğunda, şu anda hiçbir ülkenin Suriye’ye askeri müdahalede bulunmayı istemediğini belirtti, fakat “bu istek gündeme geldiğinde uygun konum alacağız” dedi.

Böyle bir müdahale olasılığı devrim için büyük bir tehlikedir: bu, devrimci sürecin frenlenmesi, gösterileri koordine eden komitelerinin silahsızlandırılmasının yanı sıra eylemcilere ve savaşçılara karşı daha büyük bir baskı anlamına gelecektir.

Dış müdahale seçeneği, Özgür Suriye Ordusu içinde çoğunluk görüşü değil. Sadece ordunun Suriye Ulusal Konseyi’ne henüz katılmamış muhalif subaylardan oluşan bir kesimi uçuşa ve gemi girişine yasak bölgeler oluşturulması ve ek olarak Suriye’nin kuzey bölgesinde bir kesim Özgür Suriye Ordusu’nun, Esad güçlerinin tehdidi olmaksızın askeri anlamda hareket edebilmesi için uluslararası müdahale çağrısında bulunuyor.

ABD baskısı mı?


Hükümetini demokratik ve ulusalcı görmeleri ve onlara göre Kaddafi’nin, iktidardan inmesi için emperyalist baskı altında olması nedeniyle Castro, Chavez ve destekçilerinin Kaddafi’nin yanında olduğu Libya sürecine benzer biçimde, şimdi Suriye’de aynı yorumlama geri döndü. Bu aynı akımlar, Suriye’deki isyanı demokratik ve halka ait devrim olarak değil, Esad hükümetini İran’la ilişkileri kesmeye ve aynı zamanda İsrail’e karşı savaşan Filistinlilere desteği kesmeye mecbur edecek bir ABD provokasyonu şeklinde çözümlüyorlar. Rebelión internet sitesinde yayımlanan ve bu politik pozisyonu ifade eden bir makalede şunlar belirtilmişti:

“Suriye rejiminin devrilmesini destekleyen Arap devletlerini endişelendiren şey rejimle Suriye’de reform isteyenler arasındaki cepheleşme değil. Körfezdeki üst düzey bir diplomata göre, Başkan Beşar Esad’ı İran ile olan müttefikliğinden uzaklaştırmak ve ülkesinin iki önemli alanda -Irak ve Lübnan- dış politikasını değiştirmeye ikna etmek amacıyla tüm bir on yıl ve milyonlarca dolar yatırıldı, fakat hepsi nafile. Bu diplomata göre Filistin konusu bu görüşmeler kapsamında değildi, fakat Suriye’ye yakın Filistinli direniş gruplarının, Filistin devletinin oluşturulması sürecinde silahlı direniş destekçilerinin altının oyulması amacıyla uzaklaştırılması, Esad’a yönelik ABD baskısının bir parçası olmuştur.”

Aslında bu makale Suriye’nin görüşmelere katıldığı ve ABD dayatmalarını uzun süredir kabul ettiği gerçeğini görmezden geliyor. Bu anlaşmadan dolayıdır ki, Suriye Lübnan’dan 6 yıl önce çekildi ve sıkı bir ateşkesle İsrail tarafından gasp edilen Golan Tepeleri’ndeki Suriye topraklarına kadar olan İsrail ile sınırını muhafaza etti.

Suriye tarihine dönüş

“Sömürgeci komplo” söylemi Suriye hükümetince ve destekleyicileri tarafından, kitlelerin rejime karşı devriminin, Esad rejimini devirmek ve ülkenin zenginliğine el koymak için ABD emperyalizminin yönetimindeki dalavereden ibaret olduğunu göstermek için kullanıldı. Bu, her şeyden öte Suriye tarihinin, onun Arap dünyasındaki rolünün ve emperyalizm ile olan ilişkisinin çarpıtılmasını olumlayan bir söylemdir. Ve ayrıca, devrimin ve onun sokakları ve meydanları dolduran kitleleri, haddi hesabı olmayan ölü sayısını, gençler ve savunmasız çocukların da aralarında olduğu hapsedilmiş ve işkenceye uğramış isyancıları, bunların hiçbiri ifşa edilmesin diye basın zulmünü de kapsayan gelişimine öncülük eden gerçeklerin üstünün topyekûn örtülmesidir.

1946 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasından beri parlamenter cumhuriyet olarak Suriye tarihi, bir dizi askeri darbe ve darbe girişimleri ile göze çarpmıştır. Bağımsızlıktan hemen sonra ülke 1948’de İsrail’le savaşa girdi ve mağlup çıktı. 1963 yılında Orta Doğu’yu çalkalayan ulusal kurtuluş mücadelelerinin sonucunda bir askeri ayaklanmayla Baasçılar iktidarı ele geçirdi ve bir dönem Mısır’daki benzerleri Nasırizm ve Irak Baasçıları ile uyumlu biçimde emperyalizmle cepheleşme yaşadılar. İsrail’le birkaç savaşta karşı karşıya geldi ve 1967’deki Altı Gün Savaşı, 1973’teki Yom Kippur Savaşı ve 1978’de İsrail’e karşı Lübnan’ı savunması İsrail ile olan birkaç çatışmada kendini Filistin davasının savunucusu konumuna yerleştirdi.

Baas etkisi bu dönemden gelir, ancak yavaş yavaş pan-Arap milliyetçiliğini savunmaya son verdikçe gerici karakteri daha da açık hale geldi. Şimdiki başkan Beşar Esad’a iktidar, ülkeyi 1970 yılından 2000 yılındaki ölümüne dek yöneten babası Hafız Esad’dan miras kaldı. İktidara gelmek için askeri geçmişinden ve Baas Partisi önderliğinden yararlandı, parti içinde darbe yaparak devlet aygıtında şiddetli bir egemenlik ortaya koydu. Baas Partisi genel sekreteri olarak kaldığı sürece tekrar tekrar ülkenin başkanı olarak seçildi. Başlangıçtaki başarılı dönemlerde kendini daima Arap milliyetçiliğinin savunucusu olarak sundu ve İsrail ile barış görüşmelerini reddetti. Mısır’ın İsrail ile barış anlaşması yapmasına öncülük edince Enver Sedat ile de ilişkisini kesti. Sonrasında, Saddam Hüseyin’in Irak Baas Partisi ve diğer eğilimler Arap milliyetçisi oldukları iddiasındaki diğerleri gibi, hükümeti gözden kaybolmaya ve emperyalizm ile müzakere peşinde olmaya başladı. Beşar Esad, Filistinlilere karşı Lübnan’a müdahaleyi ve hükümetin devrilmesini önleyecek bir istikrar dayatmayı kabul etti, bu da Lübnan’ın mezhepsel devletinin muhafazasını sağladı ve emperyalizmin onayıyla bölgeye, düzeni yıllarca güvence altına alacak Suriye birliklerini konuşlandırdı. Bu, 1990’da Baas tarafından yönetilen Irak’ı işgal etmek için ABD hükümeti tarafından desteklenen kutsal ittifakın bir parçasıydı. Beşar Esad, Arap davasına ve hatta dindaş komşusu Irak Baas Partisi’ne ihanet etti.

İktidara gelmesinden itibaren Beşar Esad, emperyalizmle müzakere siyasetini yoğunlaştırdı ve daha öncesinde Mısır’da Mübarek, Libya’da Kaddafi’de görüldüğü gibi Orta Doğu’da İsrail’e desteğe yarayan bir şekilde Suriye’nin ABD hükümetiyle bağlarını yeniden kurmak için gereken adımları attı. Öyle ki, Suriye’deki Hamas güçleri bile rejimin zulmünden nasibini aldı ve ülkeyi terk etmesi istendi. İsrail ile geçmişte yaşanan sürtüşmeler şu anda Esad destekçileri tarafından ABD’nin Suriye üzerindeki baskılarına ispat olarak kullanılmakta. Gel gör ki, Esad’ın destekçileri Suriye’nin sadece emperyalizmin tabağından düşen kırıntılar için yalvarmak adına teslimiyetini, halkına ve diğer Arap ülkelerine ihanetini hesaba katmıyor.

Suriye tarihinin kısa bir gözden geçirimi, 1950 ve 1970 yılları arasında, özellikle de 1948 yılında İsrail devletinin oluşumundan sonra milliyetçi projeyi savunan Arap burjuvazisi arasındaki ilişkilerin ve bu ilişkilerin Orta Doğu’daki emperyalist egemenlikle nasıl dönüştürüldüğünün anlaşılması için elzemdir. Bu, ulusal burjuvazinin ve halkı için ulusal kurtuluş mücadelesine öncülük eden burjuva milliyetçi hareketlerin yetersizliğinin bir göstergesidir. Er ya da geç kendi çıkarları doğrultusunda emperyalizme teslim olacaklardır. Bir bütün olarak petrol ihracatı için dünya pazarına bağımlı olan Arap burjuvazisi kendisini teslim etti ve herhangi bir bağımsız çözümden vazgeçti ve bölgedeki emperyalizmin bekçi köpeği olarak İsrail’in emperyal yerleşiminin varlığının altında kalmak zorunda kaldı. Bugün, bu burjuvaziler, emperyalizmin bir ortağı olmaktan ziyade, onun Orta Doğu’nun zenginliğine el koyma, kitleleri yoksulluğa ve kanlı diktatörlüklere mahkûm etme politikasının destekçisidirler.

Patlak veren Arap baharı, kesinlikle bu hükümetlere ve onların tamamen emperyalist destekçisi politikalarına karşıdır. Ve ardından Suriye’de devrim, kıvılcımını demokratik özgürlükler için Şam’da düzenlenen küçük bir gösteriyi acımasızca saldırmasıyla hükümetin kendinin yaktığı devrim geldi ve Mısır ve Tunus’taki muzaffer devrimlerin ardından daha da harlandı. Rejimin ve 40 yıldır Suriye’nin sahibi olan onun gizli polisinin vahşi niteliği açığa çıktı. Suriye’de devrimin tutuşmasına yardımcı olan diğer bir fitil ise hükümetin, halkın taleplerine tamamen kayıtsız kalmasıydı. Elias Khoroy’un Rebelión sitesinde yayımlanan makalesinde dediği gibi: “Suriye rejimi, halk hareketini durdurmanın tek yolu olarak sadece amansız bir baskıya yol açabilecek, böylece yaratıcı alandaki her olayı cinayet ve şiddete dönüştürecek bir kibrin gösterisi olarak, Kaddafi’nin Libyalı protestocuları tanımlamak için kullandığı ‘fare’ kelimesinin yerine ‘mikrop’ kelimesini koydu.”

Eğer birisi gerçekliği çarpıtmak istemiyorsa, gerçekler bunlar ve Suriye devriminin her analizi buradan gelmelidir. Suriye devriminin karakterini bir halk devrimi olarak anlamak, ancak bu gerçeklerden yola çıkmakla mümkündür. Bu, halkın askeri postal altında çiğnenen ve ülkeyi açlığa, işsizliğe, emperyalizmin dayattığı ve ancak devrim tarafından engellenebilecek parçalanma tehdidine mahkûm eden despot rejim tarafından aşağılanan insanlık onurunu savunmak amacıyla halk tarafından başlatıldı.

İnançlar arası çatışma mı?

Suriye devrimini itibarsızlaştırmak için bir diğer girişim: Esad taraftarları, ayaklanmaları, İslamcı köktenciler tarafından etkilenen Sûnni çoğunluk ile Baas Partisi’nin “seküler” rejimi tarafından korunan azınlık inanç toplulukları (Hıristiyanlar, Şiiler, Aleviler ve Dürziler) arasında inançlar arası bir çatışma olarak nitelendiriyorlar.

Aslında, Suriye’de geniş dinler arası bölünmeler var ve bu, ülkenin zengin tarihinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Nüfusunun çoğu Sami kökenlidir. Toplam nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı Müslümandır, yüzde 74’ü Sûnni ve yüzde 15’i de diğerleri (Aleviler, Şiiler ve Dürziler). Khabab gibi tamamen Katolik şehirler vardır. Halen küçük bir Suriye Yahudisi topluluğu mevcuttur (yaklaşık 4.500 kişi). Toplumun yaklaşık yüzde 10’u büyük çoğunluğu Ortodoks ve Doğusal Katoliklerden (bunlar ile Asuri ve Keldaniler kastediliyor; ç.n.) oluşan Hıristiyanlardır. Hıristiyanların en eski patrikhanelerinden birisi Ortaçağ’da Antakya’dan Şam’a taşınmıştır. Günümüzde bu şehir Antakya Ortodoks Kilisesi’nin günah çıkarma merkezidir. Ayrıca, Şam’da Rum usulü Katolik patriği vardır.

Bununla birlikte, İslamcı köktenciliğin güçlenmesine ilaveten, ülkeyi meydana getiren dini ve etnik topluluklar, hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar, hiçbir zaman bir çatışma kaynağını temsil etmediler, çünkü genellikle barışçıl şekilde yan yana varoldular. Humus’ta ortaya çıkan mezhep çatışması Hıristiyanlar, Aleviler ve Dürziler arasında bir korku yaratmak, böylece onların geniş kitleler halinde devrime katılmalarını önlemek için esasında rejim tarafından başlatıldı ve beslendi. Göstericiler tarafından atılan slogan açık: “Tek, tek, tek, Suriye halkı tektir.”

Demokratik ve halka ait bir devrim

Öyleyse Suriye’deki devrimin gerçek karakteri, kitlelerin somut yaşam koşullarında bulunmalı. 40 yıllık askeri diktatörlük rejimi, ülkenin üretim kapasitesini parçalamış, bu da halk için felakete ve burjuvazinin kendisi için de ekonomik olarak felce neden olmuştur. Husumet öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, aralarında Sûnnilerin de olduğu Beşar’ı destekleyen burjuvazinin büyük kısmı ona karşı hale gelmişler ve rejimin yalıtılmışlığını arttırmışlardır. Ezici bir çoğunlukla rejimi destekleyen Alevi toplumu da bu destekçiliği inançsal ya da “aşiret bağıyla” yapmamakta, devletin ya da ordunun üst kademelerindeki aşırı varlıkları nedeniyle yapmaktadır.

Bu nedenle Suriye’de olan, daha iyi yaşam koşulları ve diktatörlüğün sona ermesi için gerçekleşen demokratik ve halka ait bir devrimdir.

Rejim tarafından beş bin kişinin öldürülmesine, binlerce mahkûma ve Lübnan ve Türkiye’deki sürgünlere rağmen denge Beşar’ın aleyhine dönüyor. Devrimi; rejimin devrilmesine neden olacak biçimde eratı cezbedecek anti-emperyalist ve demokratik bir politik projeyle şiddetlendirmenin zamanıdır. Suriye’deki bir zaferin, bölge ve dünya çapında muazzam etkisi olacak, toplumun devrimci dönüşümünün yolunun emekçilerin, gençlerin ve halkların mücadele gündemlerine yeniden geldiğini gösterecektir.

Bölgedeki son olaylar, Suriye’de devrimi güçlendirmiştir. Mısır’da gençler Tahrir Meydanı’na döndü ve askeri yetkililerin derhal görevden alınmalarını talep etti. Bahreyn’de protestolar eski haline döndü. Yemen’de Salih’in istifası sokaklarda iyi karşılandı, ancak ona yönelik af gösterilerde geniş çapta kınanmakta. Bununla birlikte Arap dünyasında devrim, ciddi tehlikeler var olmasına karşın galip geliyor.

Birinci ve en önemli tehlike, devrimin iktidarı bir emekçi hükümetiyle zaptetmesine öncülük edebilecek kitle desteği alan bir devrimci önderliğin yokluğu. İkinci tehlike halkın silahsızlandırılması. Halkın, hükümet tarafından tamamen ortadan kaldırılmadan acilen kendisini silahlı milisler olarak örgütlemesi gerekiyor. Ordunun ihanetlerinin ardından, pek çok askeri grup şu anda Özgür Suriye Ordusu’na bağlı. Suriye ordusundaki bölünme Suriye rejimini zayıflatıyor ve bu kitlelerin zaferi için çok önemli, ancak burjuvazinin ve emperyalizmin aracı haline gelmemesi için, bu ordunun Suriyeli kitlelerin devrimci önderliğinin kontrolü altında olması gerekiyor. Üçüncü tehlike, devrimi ezecek ve emperyalizmin övündüğü gibi “kitleleri kurtarmayacak” bir yabancı askeri müdahale.

Bu tehlikeleri savuşturmanın tek yolu, yerel komitelerin koordinasyonunu ileri taşımak, güçlendirmek ve merkezileştirmek, bunları silahlı kuvvetlere kadar genişletmek ve Esad’ın nihai yenilgisine dek savaşmaya devam etmektir.

http://www.litci.org/en/index.php?option=com_content&view=article&id=1942:a-democratic-revolution-sliding-close-to-civil-war&catid=39:middle-east adresinden yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder