20 Mart 2012 Salı

İç savaşa yakın giden bir demokratik devrim

Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal’in (Lit-Ci) web sayfası litci.org’da Suriye’de yaşanan ayaklanma süreci ve geldiği noktaya dair bir makale yayımlandı. Fábio Bosco ve Cecília Toledo imzasıyla yayımlanan makalede, çeşitli çevrelerce “anti-emperyalist” olduğu vurgusu yapılan Esad’a dair geçmişten bugüne bir bakış sunulurken, emperyalizmin ülkedeki ve bölgedeki ayaklanmaları kendi kontrolü altına alma çabası ve bu çabanın altında yatan hesaplar da sıralanıyor:

Suriye’de devrim dokuz aydan beri sürüyor; kitleler diktatör Beşar Esad’ın sert müdahaleleri ile karşılaşıyor. Artan sayıda ölümlerin yaşanmasına rağmen kitleler sokakları terk etmiyor ve Arap burjuvazisi de böyle şiddetli müdahaleye karşı koyabilme cesaretini göstermiyor.

Orduyu sokağa indirerek devrimci süreci durdurabileceğini düşünen Esad’ın ve Arap Birliği’nin kumarı, başarısız oldu ve tam tersi bir etki yarattı. Hem devrimci süreci sonlandırmada başarısız oldu, hem de politik muhalefetin sesinin yükselmesine, rejimin uluslararası izalosyonunun yanında orduda derin çatlaklara sebep oldu. Ülkenin içinde bulunduğu iç savaşa doğru yürüyen narin durumu kontrol altında tutmak için bir B planı oluşturmak bir seçenekti. En önemli Amerikan gazetelerinden New York Times, rejim, halk ayaklanmasına karşı durma yöntemini, Suriye’nin jeopolitik konumu nedeniyle tüm Orta Doğu’yu tutuşturabilecek bir silahlı müdahale olmaksızın değiştirebilsin diye, Suriye hükümeti ile rejimle bağlarını olabildiğince koparmadan pazarlık yapan Arap burjuvazisine yer açıyor. Suriye’nin, batısında Akdeniz ve Lübnan ile, güney batısında İsrail, güneyinde Ürdün, doğusunda Irak ve kuzeyinde Türkiye ile sınırı var. Yani yüksek oranda patlamaya hazır bir bölge.

Katliam


Esad hükümetinin kitleleri durdurmak için verdiği ilk yanıt ateş etmek, göz yaşartıcı ve zehirli gazlar, tazyikli su, tutuklamalar ve işkence oldu. Son dokuz ayın Suriye imajı, kitlelerin teslim olmayışından kaynaklı günlük yaşanan katliamlar ve artan şiddet dalgasıydı. Şu ana kadarki sonuç halka karşı yönelmiş bir iç savaş. BM raporlarına göre sivillerin, güvenlik güçlerinin ve ordudan ayrılmış askerlerin da dahil olduğu en az 3500 kişi Esad hükümetince öldürüldü. Muhalefete göre ise ölümler 600’ü çocuk olmak üzere 5 bini aştı, 7 bin kişi ise kayıp. Hapishaneler kapasitelerinin çok çok üstünde dolu ve 100 binin üzerinde gözaltı yapıldı.

Brezilyalı diplomat Paulo Sergio Pinheiro liderliğinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun yapmış olduğu araştırma Esad’ın halka karşı giriştiği baskının tüm detaylarını ortaya koyuyor. Araştırmaya göre çocuklar infaz edilmiş, hastanelerde ise işkence yapıldığına yönelik raporlar söz konusu. BM yetkilileri, raporların kendilerini “derin bir şekilde utandırdığını” söylediler. “İşkencenin politik alanda ve birçok farklı alanda kullanıldığı böylesine bütünlüklü bir baskı sistemi çok az görülmüştür. Anlaşılan, tüm ülkeyi susturmak için işkence mekanizması oluşturulmuş. İşkence sadece hapishanelerde değil hastanelerde, okullarda, yardım merkezlerinde ve bakanlıklarda da uygulanıyor. "(O Estado de S. Paulo, 26 Kasım)

Şiddet o kadar sert ki rejime karşı muhaliflerin sayısı her gün daha da fazla artıyor. Ülkenin dışında Türk hükümeti gibi daha önceki müttefikleri diktatör Beşar Esad’dan kitlelere karşı giriştiği katliamların hızını kesmesini salık veriyor. Dışişleri bakanı Alain Juppe aracılığıyla Fransa, kendine göre halkın ihtiyacı olan ilaç ve diğer gereksinmeler için insani bir koridor oluşturulması önerisini getirdi. Fransa’nın önerisi zaten ülke geneline yayılmış kanlı saldırıların ve diktatörlüğün, bölgedeki diğer diktatörler Mübarek ve Kaddafi’nin düşmesinden sonra bile isyancıları katletme politikasıyla Esad’ın bir süre daha iktidarda kalabilmesine olanak vermesinin ardından geldi. Fakat insanlar kandırılamadı, çünkü Fransa’nın önerisi gibi bu tip öneriler, emperyalist ülkelerin Suriye devrimini başarısızlıkla sonuçlandırma ve devrimin Esad’ı devirerek iktidarı ele geçirmesini önleme girişimi çerçevesinde devrime müdahale etmeye başlaması için bir yoldur.

Bu, isyancıların silahlı eylemlerinin, Kaddafi’yi külfetli bir müttefike dönüştürmesine bağlı olarak durum kontrolden çıktığında emperyalist ülkelerin Libya’da izlediği ile aynı türden bir politikadır. Kaddafi’nin müttefikleri Fransa ve İngiltere, diktatörün koltuğu bırakmasını amaçlayarak hükümete baskıya başlamış ve Ulusal Geçiş Konseyi vasıtasıyla Libya’nın kaderine müdahale etmeye kalkışmıştı. Fakat Suriye’de ise Libya’dakine benzer uçuşa yasak bölge uygulamasına gitmek oldukça karmaşık. Bu yüzden bu güçler bir başka yolla ülkeye sızmaya çabalıyorlar.

Öyle ki, Batılı bir diplomatik kaynak, Şam’ın onayı olsun olmasın, Fransa planının; Suriye’nin Türkiye, Lübnan ve diğer Akdeniz sahilleriyle olan sınırlarının içine girebileceğini belirtti. Kaynağa göre eğer bu plan gerçekleşirse buradan doğru halka ilaç ve insanı yardım sağlanabilmesinin önü açılacaktır. Bunu mümkün kılmak için, insani yardım konvoylarının açıkça silahlı korumaya ihtiyacı var ve bu da yine Suriye’ye askeri müdahaleye zemin hazırlayacak. “Kaynakların söylediğine göre iki alternatif var: uluslararası toplum, Arap Birliği ve BM’nin insani koridor açılmasını Suriye’ye kabul ettirebilmesi ya da biz başka bir yöntem bulmak zorunda olacağız. Bu durumda silahlı korumaya ihtiyacımız olacak ve bu da Suriye’ye askeri bir müdahale anlamı taşımaz.” Eğer bu doğrudan askeri müdahale değilse maskelenmiş bir askeri müdahaledir. Bu, Fransız ve BM birliklerinin halkı korumak adına isyancıları silahsızlandırmak ve Esad’ın devrilmesi durumunda isyancılar ve Suriye halkı üzerinde kontrol sağlamak için ülkede konumlanacağı anlamına gelebilir. Bugün kitleler rejime karşı mücadele ediyor fakat emperyalizm, halkın, ülke yönetimini ele alma tehdidi taşıyacak biçimde milisler örgütlemesini engellemek istiyor.

Ordu krizde


Suriye rejiminin bir kriz geçirdiğinin en büyük göstergesi, silahlı kuvvetlerin içinde bulunduğu durumdur. Rejimin ana gövdesi Suriye ordusu günden güne bölünüyor; askerler ordudan kopup Esad’a karşı savaşan isyancı güçlere katılıyorlar. Şimdiye kadar ordunun tepesi Esad’a bağlı kaldı ve protestoculara karşı baskıyı sürdürmeye hazırlar. Bir ordu açıklamasında “Suriye’yi kana bulayan her zararlı eli keseceğiz” denmişti. Fakat hükümet binalarına karşı roket ve el bombalarının da kullanıldığı bir dizi saldırı genç isyancı subaylar tarafından düzenlendi. Hatta Şam’da rejim güçlerine yönelik askeri saldırılar gerçekleştirildi. 16 Kasım’da Şam’ın mahallesi Harasta’da Suriye ordusunun istihbarat merkezi saldırıya uğradı. Ertesi gün Özgür Suriye Ordusu kuzeyde Baas Partisi ofisine saldırdığını duyurdu. Yine 20 Kasım’da Baas Partisi’nin Şam’daki ofisine saldırı düzenlendi; fakat bilgi Özgür Suriye Ordusu tarafından verilirken, saldırı Suriye Ulusal Konseyi tarafından doğrulanmadı. Her ne olursa olsun, Şam’ın dış mahallerindeki ve diğer şehirlerdeki silahlı saldırılar ve rejimin kontrolü dışına çıkan bölgelere dair bilgiler fazlalaşıyor.

Suriye’deki devrimin ilk aylarından beri yaşanan ordudaki firarlar ülkenin silahlı kuvvetlerinin birliğini tehlikeye sokuyor, Libya’da olduğu gibi Arap Birliği’nin ve emperyalizmin temel ilgisi de buna.

Suriye rejimi tarafından benimsenen ayaklanan kitleleri katletme politikası, Esad’ın söylemini yalanlıyor. Esad sözümona anti-emperyalist bir rol oynamak istiyor fakat gerçek şu ki, son yıllarda onun hükümeti İsrail sınırında istikrarı korumak için emperyalizmin lehine bir kilit rol oynuyor. Bu yüzden devrimin ilk aylarında emperyalizm ve İsrail koşulsuz olarak Suriye hükümetini desteklemiş ve sonuç olarak önemli ve tehlikeli İsrail sınırını savunmasız bırakacak biçimde istikrarsızlaşmasının önüne geçmişti.

Her ne kadar Esad’ı desteklese de emperyalizm ve İsrail devleti, Suriye’deki gösteriler son bulmadığından ve özellikle de örneğin doğrudan katliam gibi sonuçları tamamen belirsiz olan rejimin benimsediği politikalar nedeniyle Esad’la mesafeli olma konusunda ihtiyatlı davrandı. Üstelik Esad’ı desteklemek, insan hakları savunucusu olduğunu iddia eden emperyalist hükümetlerin imajını yıpratır. Bu senaryo doğrultusunda Suriye’nin uluslararası tecridi genişletildi ve Kaddafi’nin durumunda olduğu gibi emperyalizm Esad’ı muhalefet ile görüşmelere oturtmak ve çekilmesini sağlamak için yaptırım uygulamaya başladı.

Hâlihazırda ABD ekonomik yaptırımlar uygulamış durumda ve beklemede. Avrupa ülkeleri Suriye petrolünün satın alımını durdurdu ve bu durum ülkenin protesto dalgasıyla önemli biçimde etkilenen ekonomik krizini genişletti. Suriye’nin yıllık 2,5 milyar dolara ulaşan ana ticaret hacmine sahip partneri Türkiye hükümeti, giderek artan biçimde çok şey isteyen partnere dönüştü: Türkiye, Beşar’ın istifasını ve hükümetin düşmesini talep etti, dahası muhalif Suriye Ulusal Konseyi’nin yanı sıra Riyad el-Esad öncülüğündeki ve Suriye ordusundan kopan askerlerden oluşan yeni kurulmuş Özgür Suriye Ordusu’nu korumakta.

Son olarak rejim üzerindeki izolasyon, birincisi Suriye ve Katar öncülüğündeki Arap Birliği’nin, Suriye’nin baskıyı sona erdirme konusundaki kararlara uymaktaki başarısızlığı nedeniyle üyeliğini askıya alma kararına bağlı olarak, ikinci olarak da Arap Birliği gözlemcilerinin ülkeye serbest girişi kararına uymamasına bağlı olarak daha da arttı.

22 Kasım günü BM Genel Kurulu, 9’a karşı 114 oyla Suriye rejimini insan hakları ihlalleri nedeniyle mahkûm etti. Brezilya hükümeti, rejimi destekliyordu fakat önerge lehinde oy verirken, Rusya ve Çin çekimser kaldı. İran, Venezüella, Nikaragua ve Küba, Kaddafi’nin iktidardan uzaklaştırılmasından hiçbir şey öğrenmediğinin açık göstergesi olarak karar tasarısına karşı oy kullandı ve benzer biçimde, katil Esad’ın sözümona anti-emperyalist mücadele adına koşulsuz savunulması taraftarı. Böylece bu hükümetler, demokratik hakların savunusunu bir kez daha ikiyüzlü emperyalizmin ellerine bırakıyor ve Esad diktatörlüğünün katliamlarına maruz kalan Suriye halkını savunmayı reddediyor.

Muhalefet ve uluslararası "yardım"

Suriye muhalefeti şu anda iki kısma bölünmüştür. Şam’da Suriyeli bireylerden oluşan azınlık kesimi, rejimde reformun taraftarı ve dış müdahalenin karşısında. İkinci kısım, Türkiye ve Brüksel’de gerçekleştirilen toplantılardan sonra oluşturulan 190 üyeli (yüzde 60’ı Suriye’de) Suriye Ulusal Konseyi’dir. Müslüman Kardeşler, liberaller, değişik Kürt hizipleri ve görünüşe göre Yerel Koordinasyon Komiteleri bu konseyin oluşmasına katılmışlardır. Bu komiteler, gösteri çağrılarında bulunanlardır ve devrimin şu anki gerçek motorunu oluşturmaktadır. Farklı şehirlerdeki genç aktivistlerin internet araçlarını ve sosyal ağları kullanarak katliamcı rejime karşı harekete geçmeyi dillendirmeleri, aynı olgunun Suriye’deki ifadesidir.

Konsey, Arap ülkeleri ve Türkiye’yle, sözümona uçuşa yasak ve gemi girişine yasak bölgeyle sınırlı yabancı müdahale olasılığı ile flört etse de, çoğunluk kararı, işler daha da kötüye gitmeden Esad’ın istifasıdır. Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Burhan Ghaliouna, kendisine olası yabancı müdahale talebi sorulduğunda, şu anda hiçbir ülkenin Suriye’ye askeri müdahalede bulunmayı istemediğini belirtti, fakat “bu istek gündeme geldiğinde uygun konum alacağız” dedi.

Böyle bir müdahale olasılığı devrim için büyük bir tehlikedir: bu, devrimci sürecin frenlenmesi, gösterileri koordine eden komitelerinin silahsızlandırılmasının yanı sıra eylemcilere ve savaşçılara karşı daha büyük bir baskı anlamına gelecektir.

Dış müdahale seçeneği, Özgür Suriye Ordusu içinde çoğunluk görüşü değil. Sadece ordunun Suriye Ulusal Konseyi’ne henüz katılmamış muhalif subaylardan oluşan bir kesimi uçuşa ve gemi girişine yasak bölgeler oluşturulması ve ek olarak Suriye’nin kuzey bölgesinde bir kesim Özgür Suriye Ordusu’nun, Esad güçlerinin tehdidi olmaksızın askeri anlamda hareket edebilmesi için uluslararası müdahale çağrısında bulunuyor.

ABD baskısı mı?


Hükümetini demokratik ve ulusalcı görmeleri ve onlara göre Kaddafi’nin, iktidardan inmesi için emperyalist baskı altında olması nedeniyle Castro, Chavez ve destekçilerinin Kaddafi’nin yanında olduğu Libya sürecine benzer biçimde, şimdi Suriye’de aynı yorumlama geri döndü. Bu aynı akımlar, Suriye’deki isyanı demokratik ve halka ait devrim olarak değil, Esad hükümetini İran’la ilişkileri kesmeye ve aynı zamanda İsrail’e karşı savaşan Filistinlilere desteği kesmeye mecbur edecek bir ABD provokasyonu şeklinde çözümlüyorlar. Rebelión internet sitesinde yayımlanan ve bu politik pozisyonu ifade eden bir makalede şunlar belirtilmişti:

“Suriye rejiminin devrilmesini destekleyen Arap devletlerini endişelendiren şey rejimle Suriye’de reform isteyenler arasındaki cepheleşme değil. Körfezdeki üst düzey bir diplomata göre, Başkan Beşar Esad’ı İran ile olan müttefikliğinden uzaklaştırmak ve ülkesinin iki önemli alanda -Irak ve Lübnan- dış politikasını değiştirmeye ikna etmek amacıyla tüm bir on yıl ve milyonlarca dolar yatırıldı, fakat hepsi nafile. Bu diplomata göre Filistin konusu bu görüşmeler kapsamında değildi, fakat Suriye’ye yakın Filistinli direniş gruplarının, Filistin devletinin oluşturulması sürecinde silahlı direniş destekçilerinin altının oyulması amacıyla uzaklaştırılması, Esad’a yönelik ABD baskısının bir parçası olmuştur.”

Aslında bu makale Suriye’nin görüşmelere katıldığı ve ABD dayatmalarını uzun süredir kabul ettiği gerçeğini görmezden geliyor. Bu anlaşmadan dolayıdır ki, Suriye Lübnan’dan 6 yıl önce çekildi ve sıkı bir ateşkesle İsrail tarafından gasp edilen Golan Tepeleri’ndeki Suriye topraklarına kadar olan İsrail ile sınırını muhafaza etti.

Suriye tarihine dönüş

“Sömürgeci komplo” söylemi Suriye hükümetince ve destekleyicileri tarafından, kitlelerin rejime karşı devriminin, Esad rejimini devirmek ve ülkenin zenginliğine el koymak için ABD emperyalizminin yönetimindeki dalavereden ibaret olduğunu göstermek için kullanıldı. Bu, her şeyden öte Suriye tarihinin, onun Arap dünyasındaki rolünün ve emperyalizm ile olan ilişkisinin çarpıtılmasını olumlayan bir söylemdir. Ve ayrıca, devrimin ve onun sokakları ve meydanları dolduran kitleleri, haddi hesabı olmayan ölü sayısını, gençler ve savunmasız çocukların da aralarında olduğu hapsedilmiş ve işkenceye uğramış isyancıları, bunların hiçbiri ifşa edilmesin diye basın zulmünü de kapsayan gelişimine öncülük eden gerçeklerin üstünün topyekûn örtülmesidir.

1946 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasından beri parlamenter cumhuriyet olarak Suriye tarihi, bir dizi askeri darbe ve darbe girişimleri ile göze çarpmıştır. Bağımsızlıktan hemen sonra ülke 1948’de İsrail’le savaşa girdi ve mağlup çıktı. 1963 yılında Orta Doğu’yu çalkalayan ulusal kurtuluş mücadelelerinin sonucunda bir askeri ayaklanmayla Baasçılar iktidarı ele geçirdi ve bir dönem Mısır’daki benzerleri Nasırizm ve Irak Baasçıları ile uyumlu biçimde emperyalizmle cepheleşme yaşadılar. İsrail’le birkaç savaşta karşı karşıya geldi ve 1967’deki Altı Gün Savaşı, 1973’teki Yom Kippur Savaşı ve 1978’de İsrail’e karşı Lübnan’ı savunması İsrail ile olan birkaç çatışmada kendini Filistin davasının savunucusu konumuna yerleştirdi.

Baas etkisi bu dönemden gelir, ancak yavaş yavaş pan-Arap milliyetçiliğini savunmaya son verdikçe gerici karakteri daha da açık hale geldi. Şimdiki başkan Beşar Esad’a iktidar, ülkeyi 1970 yılından 2000 yılındaki ölümüne dek yöneten babası Hafız Esad’dan miras kaldı. İktidara gelmek için askeri geçmişinden ve Baas Partisi önderliğinden yararlandı, parti içinde darbe yaparak devlet aygıtında şiddetli bir egemenlik ortaya koydu. Baas Partisi genel sekreteri olarak kaldığı sürece tekrar tekrar ülkenin başkanı olarak seçildi. Başlangıçtaki başarılı dönemlerde kendini daima Arap milliyetçiliğinin savunucusu olarak sundu ve İsrail ile barış görüşmelerini reddetti. Mısır’ın İsrail ile barış anlaşması yapmasına öncülük edince Enver Sedat ile de ilişkisini kesti. Sonrasında, Saddam Hüseyin’in Irak Baas Partisi ve diğer eğilimler Arap milliyetçisi oldukları iddiasındaki diğerleri gibi, hükümeti gözden kaybolmaya ve emperyalizm ile müzakere peşinde olmaya başladı. Beşar Esad, Filistinlilere karşı Lübnan’a müdahaleyi ve hükümetin devrilmesini önleyecek bir istikrar dayatmayı kabul etti, bu da Lübnan’ın mezhepsel devletinin muhafazasını sağladı ve emperyalizmin onayıyla bölgeye, düzeni yıllarca güvence altına alacak Suriye birliklerini konuşlandırdı. Bu, 1990’da Baas tarafından yönetilen Irak’ı işgal etmek için ABD hükümeti tarafından desteklenen kutsal ittifakın bir parçasıydı. Beşar Esad, Arap davasına ve hatta dindaş komşusu Irak Baas Partisi’ne ihanet etti.

İktidara gelmesinden itibaren Beşar Esad, emperyalizmle müzakere siyasetini yoğunlaştırdı ve daha öncesinde Mısır’da Mübarek, Libya’da Kaddafi’de görüldüğü gibi Orta Doğu’da İsrail’e desteğe yarayan bir şekilde Suriye’nin ABD hükümetiyle bağlarını yeniden kurmak için gereken adımları attı. Öyle ki, Suriye’deki Hamas güçleri bile rejimin zulmünden nasibini aldı ve ülkeyi terk etmesi istendi. İsrail ile geçmişte yaşanan sürtüşmeler şu anda Esad destekçileri tarafından ABD’nin Suriye üzerindeki baskılarına ispat olarak kullanılmakta. Gel gör ki, Esad’ın destekçileri Suriye’nin sadece emperyalizmin tabağından düşen kırıntılar için yalvarmak adına teslimiyetini, halkına ve diğer Arap ülkelerine ihanetini hesaba katmıyor.

Suriye tarihinin kısa bir gözden geçirimi, 1950 ve 1970 yılları arasında, özellikle de 1948 yılında İsrail devletinin oluşumundan sonra milliyetçi projeyi savunan Arap burjuvazisi arasındaki ilişkilerin ve bu ilişkilerin Orta Doğu’daki emperyalist egemenlikle nasıl dönüştürüldüğünün anlaşılması için elzemdir. Bu, ulusal burjuvazinin ve halkı için ulusal kurtuluş mücadelesine öncülük eden burjuva milliyetçi hareketlerin yetersizliğinin bir göstergesidir. Er ya da geç kendi çıkarları doğrultusunda emperyalizme teslim olacaklardır. Bir bütün olarak petrol ihracatı için dünya pazarına bağımlı olan Arap burjuvazisi kendisini teslim etti ve herhangi bir bağımsız çözümden vazgeçti ve bölgedeki emperyalizmin bekçi köpeği olarak İsrail’in emperyal yerleşiminin varlığının altında kalmak zorunda kaldı. Bugün, bu burjuvaziler, emperyalizmin bir ortağı olmaktan ziyade, onun Orta Doğu’nun zenginliğine el koyma, kitleleri yoksulluğa ve kanlı diktatörlüklere mahkûm etme politikasının destekçisidirler.

Patlak veren Arap baharı, kesinlikle bu hükümetlere ve onların tamamen emperyalist destekçisi politikalarına karşıdır. Ve ardından Suriye’de devrim, kıvılcımını demokratik özgürlükler için Şam’da düzenlenen küçük bir gösteriyi acımasızca saldırmasıyla hükümetin kendinin yaktığı devrim geldi ve Mısır ve Tunus’taki muzaffer devrimlerin ardından daha da harlandı. Rejimin ve 40 yıldır Suriye’nin sahibi olan onun gizli polisinin vahşi niteliği açığa çıktı. Suriye’de devrimin tutuşmasına yardımcı olan diğer bir fitil ise hükümetin, halkın taleplerine tamamen kayıtsız kalmasıydı. Elias Khoroy’un Rebelión sitesinde yayımlanan makalesinde dediği gibi: “Suriye rejimi, halk hareketini durdurmanın tek yolu olarak sadece amansız bir baskıya yol açabilecek, böylece yaratıcı alandaki her olayı cinayet ve şiddete dönüştürecek bir kibrin gösterisi olarak, Kaddafi’nin Libyalı protestocuları tanımlamak için kullandığı ‘fare’ kelimesinin yerine ‘mikrop’ kelimesini koydu.”

Eğer birisi gerçekliği çarpıtmak istemiyorsa, gerçekler bunlar ve Suriye devriminin her analizi buradan gelmelidir. Suriye devriminin karakterini bir halk devrimi olarak anlamak, ancak bu gerçeklerden yola çıkmakla mümkündür. Bu, halkın askeri postal altında çiğnenen ve ülkeyi açlığa, işsizliğe, emperyalizmin dayattığı ve ancak devrim tarafından engellenebilecek parçalanma tehdidine mahkûm eden despot rejim tarafından aşağılanan insanlık onurunu savunmak amacıyla halk tarafından başlatıldı.

İnançlar arası çatışma mı?

Suriye devrimini itibarsızlaştırmak için bir diğer girişim: Esad taraftarları, ayaklanmaları, İslamcı köktenciler tarafından etkilenen Sûnni çoğunluk ile Baas Partisi’nin “seküler” rejimi tarafından korunan azınlık inanç toplulukları (Hıristiyanlar, Şiiler, Aleviler ve Dürziler) arasında inançlar arası bir çatışma olarak nitelendiriyorlar.

Aslında, Suriye’de geniş dinler arası bölünmeler var ve bu, ülkenin zengin tarihinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Nüfusunun çoğu Sami kökenlidir. Toplam nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı Müslümandır, yüzde 74’ü Sûnni ve yüzde 15’i de diğerleri (Aleviler, Şiiler ve Dürziler). Khabab gibi tamamen Katolik şehirler vardır. Halen küçük bir Suriye Yahudisi topluluğu mevcuttur (yaklaşık 4.500 kişi). Toplumun yaklaşık yüzde 10’u büyük çoğunluğu Ortodoks ve Doğusal Katoliklerden (bunlar ile Asuri ve Keldaniler kastediliyor; ç.n.) oluşan Hıristiyanlardır. Hıristiyanların en eski patrikhanelerinden birisi Ortaçağ’da Antakya’dan Şam’a taşınmıştır. Günümüzde bu şehir Antakya Ortodoks Kilisesi’nin günah çıkarma merkezidir. Ayrıca, Şam’da Rum usulü Katolik patriği vardır.

Bununla birlikte, İslamcı köktenciliğin güçlenmesine ilaveten, ülkeyi meydana getiren dini ve etnik topluluklar, hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar, hiçbir zaman bir çatışma kaynağını temsil etmediler, çünkü genellikle barışçıl şekilde yan yana varoldular. Humus’ta ortaya çıkan mezhep çatışması Hıristiyanlar, Aleviler ve Dürziler arasında bir korku yaratmak, böylece onların geniş kitleler halinde devrime katılmalarını önlemek için esasında rejim tarafından başlatıldı ve beslendi. Göstericiler tarafından atılan slogan açık: “Tek, tek, tek, Suriye halkı tektir.”

Demokratik ve halka ait bir devrim

Öyleyse Suriye’deki devrimin gerçek karakteri, kitlelerin somut yaşam koşullarında bulunmalı. 40 yıllık askeri diktatörlük rejimi, ülkenin üretim kapasitesini parçalamış, bu da halk için felakete ve burjuvazinin kendisi için de ekonomik olarak felce neden olmuştur. Husumet öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, aralarında Sûnnilerin de olduğu Beşar’ı destekleyen burjuvazinin büyük kısmı ona karşı hale gelmişler ve rejimin yalıtılmışlığını arttırmışlardır. Ezici bir çoğunlukla rejimi destekleyen Alevi toplumu da bu destekçiliği inançsal ya da “aşiret bağıyla” yapmamakta, devletin ya da ordunun üst kademelerindeki aşırı varlıkları nedeniyle yapmaktadır.

Bu nedenle Suriye’de olan, daha iyi yaşam koşulları ve diktatörlüğün sona ermesi için gerçekleşen demokratik ve halka ait bir devrimdir.

Rejim tarafından beş bin kişinin öldürülmesine, binlerce mahkûma ve Lübnan ve Türkiye’deki sürgünlere rağmen denge Beşar’ın aleyhine dönüyor. Devrimi; rejimin devrilmesine neden olacak biçimde eratı cezbedecek anti-emperyalist ve demokratik bir politik projeyle şiddetlendirmenin zamanıdır. Suriye’deki bir zaferin, bölge ve dünya çapında muazzam etkisi olacak, toplumun devrimci dönüşümünün yolunun emekçilerin, gençlerin ve halkların mücadele gündemlerine yeniden geldiğini gösterecektir.

Bölgedeki son olaylar, Suriye’de devrimi güçlendirmiştir. Mısır’da gençler Tahrir Meydanı’na döndü ve askeri yetkililerin derhal görevden alınmalarını talep etti. Bahreyn’de protestolar eski haline döndü. Yemen’de Salih’in istifası sokaklarda iyi karşılandı, ancak ona yönelik af gösterilerde geniş çapta kınanmakta. Bununla birlikte Arap dünyasında devrim, ciddi tehlikeler var olmasına karşın galip geliyor.

Birinci ve en önemli tehlike, devrimin iktidarı bir emekçi hükümetiyle zaptetmesine öncülük edebilecek kitle desteği alan bir devrimci önderliğin yokluğu. İkinci tehlike halkın silahsızlandırılması. Halkın, hükümet tarafından tamamen ortadan kaldırılmadan acilen kendisini silahlı milisler olarak örgütlemesi gerekiyor. Ordunun ihanetlerinin ardından, pek çok askeri grup şu anda Özgür Suriye Ordusu’na bağlı. Suriye ordusundaki bölünme Suriye rejimini zayıflatıyor ve bu kitlelerin zaferi için çok önemli, ancak burjuvazinin ve emperyalizmin aracı haline gelmemesi için, bu ordunun Suriyeli kitlelerin devrimci önderliğinin kontrolü altında olması gerekiyor. Üçüncü tehlike, devrimi ezecek ve emperyalizmin övündüğü gibi “kitleleri kurtarmayacak” bir yabancı askeri müdahale.

Bu tehlikeleri savuşturmanın tek yolu, yerel komitelerin koordinasyonunu ileri taşımak, güçlendirmek ve merkezileştirmek, bunları silahlı kuvvetlere kadar genişletmek ve Esad’ın nihai yenilgisine dek savaşmaya devam etmektir.

http://www.litci.org/en/index.php?option=com_content&view=article&id=1942:a-democratic-revolution-sliding-close-to-civil-war&catid=39:middle-east adresinden yayımlanan metinden çevrilmiştir.

7 Mart 2012 Çarşamba

90’lara Dönen Kürt Sorunu mu, “Batı” Yakası mı?



Nasıl ki bir yaprak tüm ağacın sessiz bilgisi olmadan sararamazsa,

bir suç da topunuzun gizli isteği olmadan işlenemez.

H. Cibran


Cengiz Çandar’ın Tesev için hazırladığı “Dağdan İniş- PKK Nasıl Silah Bırakır” isimli rapordan öğrendiğimiz üzere, askeri imhanın imkansızlığından mecburen doğmuş olan açılım sürecinde [1], KCK operasyonları kapsamında yapılanların bir siyasi-soykırım olduğunu söylemek artık malumun ilamı halini aldı. AKP’nin, varlığını kabul ederek ve açılım sürecini başlatarak Kürt sorununda yapıcı bir politika izlediği yaygın görüşünün aksine yapılanın ne olduğu açık: Kürt Özgürlük Hareketi’ni “dağa” hapsetmek, “ovadakiler”i kriminalize etmek, bir yandan askeri olarak “yenemeyeceğini” bildiği hareketle AB uyum yasaları gereği müzakereler yaparken diğer yandan müzakerelerde iktidarın istediği sonuca ulaşmak için hareketin tüm damarlarını kesmek, önemli isimlerini hapse tıkmak (Abdullah Öcalan’ın tecridi de buna dahil) ve hareketi nefessiz bırakarak yok etmek.

Hız kesmeden devam eden askeri operasyonların yanında 2009’dan beri KCK operasyonları kapsamında 6300 kişinin tutuklanması bunun en somut göstergesi. 6300 KCK tutuklusundan bahsettiğimiz bu operasyonlar, sürecin vahametine dikkat çekmek isteyen Selahattin Demirtaş’ın haklı bir kaygıyla “90’lar yeniden mi yaşanacak” diye dile getirmesiyle, ağızlara pelesenk olan ve çokça muhalif ağızlarca ve medyaca dile getirilen “acaba Kürt sorununda 90’lara mı dönüyoruz?”

tartışmalarını da beraberinde getirdi.


Peki, “geri dönüldüğü” iddia edilen yıllar boyunca Kürtler’in ekonomik-politik-sosyal haklarında nasıl bir “ilerleme” yaşandı? Ya da Kürtler’in artık daha az “öldürülüyor” olmaları mı bir ilerleme sayılmakta? Çünkü bu kaygının Kürtlerce dile getirilişini haklı bulmakla birlikte, 90’larda -ve genelde- Kürt sorunu konusunda başını kuma gömmüş bir tavır sergileyenlerce dile getirilmesi artık abesle iştigal bir hal almaktadır. Bir “geriye dönüş”ten sözetmek için bir ilerlemenin olması gerekir. Kürt sorunu, devletin uyguladığı politikalar itibariyle bırakın 90’lara dönmeyi, 90 yıldır ilerlemeden aynı yerde. Ne yaygın basında duymadığımız veya duysak da çok umursamadığımız askeri operasyonlar, ne baskılar, ne sansür, ne cinayetler, ne hapis cezaları, ne asker, ne polis, ne kontr-gerilla, ne de “kaza” süsü verilmiş kasıtlı katliamlar Kürtler’in hayatından eksik olmuştur. Kürtlere yönelik şiddet ve baskı politikaları sadece dünyanın değişen konjonktürüne göre başka enstrümanlarla devam etmiş, azalmamıştır.

Şüphesiz, 90’lara dönen bir tutum mevcut. Fakat bunu sıkça dile getirildiği gibi iktidarın enstrüman ve biçim değiştiren uygulamaları çerçevesinde değil, medya, aydınlar ve kitlelerin tutumu çerçevesinde ele almak gerekir. Bunun için 90’larda, bugün toprak altından çıkan kemiklerin sahiplerine bunlar yapılırken, hepimizin neler yaptığını -veya yapmadığını demek daha doğru- kabaca hatırlamak faydalı olur.


Hayalet 90’lar

90’lar, SSCB’nin dağılışı ve soğuk savaşın sona erişiyle birlikte tüm dünyada iyice güçlenen neo-liberal politikalar ve iyice zayıflayan sosyo-ekonomik eşitlikle, politik anlamda Kürtlerle zaten açık olan uçurumun, ekonomik olarak da iyice açıldığı yıllardı. Mesut Yeğen’in belirttiği gibi Körfez Savaşı, Irak Kürdistanı’ndaki Kürt yönetimi, Avrupa’daki Kürt diasporası ve küreselleşme serüveni, Kürt meselesinin ayrı bir konjonktürde ele alınışını sağladı. Kürt realitesi bir cümleyle tanındı ve Kürtler’in yasal siyasi aygıtlarla da sahneye çıktığı gelişmeler yaşandı. HEP’in kurulması, seçimlerle meclise girmesi ve girdiği gibi çıkarılıp milletvekillerinin hapse yollanması peş peşe yaşanan gelişmelerdi.


90’larda meselenin legal çehresinde bunlar yaşanırken, illegal çehresinde başka şeyler yaşanıyordu.

Bugün sayısı 20 bin olarak telaffuz edilen insanlar, gece yarısı evlerinden alınıp işkenceden geçirildiler, kaybedildiler. Kontr-gerillalar Kürtler’in tüm siyasi damarlarını temsil eden insanları imha ettiler. Tüm Kürt muhalefeti ve Kürt yayın organları susturuldu, bombalandı. Kürt gazeteciler yol ortasında öldürüldü. Her gün saat 17’den sonra kazara evinde değil de sokakta olanların hayatlarının risk altında olduğu ve tüm sorumluluğun kendilerine ait olduğu şehir hoparlörlerinden tekrarlandı. Köyler yakıldı, köylüler tarandı, koyunlarını otlatan insanlar ‘terörist sanılarak’ vuruldu. Köy korucuları, Özel Harekat Timleri ve Türk İntikam Tugayı timleri gece yarısı baskın yaptıkları köylerde, Kürt kadınları ve çocukları üstünde erkek şiddetinin en şaşmaz yöntemini kullandı. Meralar, tarım arazileri ve dereler kurutuldu. Ağaçlar ve ormanlar yakıldı. Hayvanlar “terörist sanılıp” katledildi…[2]


Ülkenin “Doğu” yakasında bunlar olurken, “Batı” yakası olan biteni sessizce izlemekle meşguldü. Tabi ki yapılan katliamlara ve baskıya ses çıkaran cılız bir direniş ve bağımsız medyadan örnekler mevcuttu fakat yargılanmaları ve tutuklanmaları da direnişleri gibi ses getirmeyen türdendi. Yaygın medyada ise Kürt meselesinin sadece insan hakları perspektifinde çözülmesini isteyen ve şimdi çoğunlukla liberal-sol olarak tanımlanan “aydın”ların, sorunu “şimdi”ye adapte edemeyen, Kürt haklarından sadece kültürel olarak bahseden ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Kürt politikaları ve Mustafa Kemal’in başlattığı askeri vesayetin Kürt politikası konusundaki “yanlışları” ekseninde ele alan yazıları mevcuttu (Ahmet Altan’ın Atakürt yazısı bunun en iyi örneklerindendir).

Eşber Yağmurdereli ve Yaşar Kemal’in yargılanmaları gibi örnekler mevcut olmasına rağmen, genel olarak aydınların ve yaygın medyanın birkaç imza kampanyası dışında sessiz kaldığını ve sorunu hep “geriye dönük” ele aldığını hatırlamak yerinde olur.


Bir aydın tavrı olarak 90’larda 20’lerden, 2000’lerde 90’lardan rahatsız olmak

Bugün 90’lardaki tutumla İlk benzerlik Kürt sorunundan çok sık bahseden liberal-sol kalemlerin

tutumudur. Aynı atalet ve pozisyonsuzluk, artık savunma amaçlı değil de saldırı amaçlı kullanılan “ama KCK da...” ile başlayan cümleler, tutuklamalar hakkında sırf söz söylemiş olmak için bir-iki söz söyleme, kamuoyu oluşturacak ve devleti/hükümeti köşeye sıkıştıracak pratiklerden sakınma, sadece entelektüel çevreden biri tutuklandığı zaman KCK operasyonlarını hatırlayıp kınama ve çoğu zaman hükümeti aklamak için yaratılan hükümet-devlet ayrımı ile kötü olanın devlet (veya ikincil kişiler), iyi olanın ise hükümet olduğunu belirten yazılar [3], ve yapılanı günün şartlarına bağlayıp Kürtler’in de çoğu noktada haksız olduğunu vurgulayarak asimetrik bir ilişki yaratan tutum 90’lardaki tutumla neredeyse aynı. Hatta KCK içerikli yazıların köşelerde daha sık yer almasına rağmen 90’lardan daha “görmez” bir noktada olunduğu bile söylenebilir. Çünkü 90’larda yapılanların arkasında varlığı ispatlanamaz derin yapılar olduğuna inanılıyordu. Şimdi ise kendini hukuksallık üstünden restore eden açık bir devlet terörü olduğu halde aynı tutum sergileniyor.


Mesela, 90’larda az çok Kürtler hakkında söz söylemiş ve bugün “Hükümetin yaptıkları iyi değil ama KCK da legal değil” söylemini en sık kullananlardan biri olan Ahmet Altan’ın, 1994’te Özgür Ülke (Özgür Gündem) gazetesinin Kadırga’daki binası bombalandıktan sonra birçok aydınla birlikte İstiklal Caddesi’nde Özgür Ülke gazetesi sattığını ve bugün 90’lardaki faili meçhullere en çok ağıt yakanlardan biri olduğunu biliyoruz [4]. O günden bugüne Ahmet Altan’ın patron sıfatı ile güç hiyerarşisi içinde yer almış olmasından başka, Kürtlerle ve direnişleriyle ilgili ne değişmiş olabilir ki bugün Ahmet Altan (ve bu tutuma yakın muadilleri) KCK’nin diktatör, illegal ve şiddet yanlısı bir örgüt olup temizlenmesi gerektiğini; ama devletin bu temizlikte işin ucunu kaçırdığını söyleyebiliyor [5]? Kendisine sormayı elzem sayıyoruz: Özgür Ülke gazetesi legal ve şiddet karşıtı bir yapının gazetesi miydi? Değilse ne değişti? Peki, Kürt sorununun çözümünden yana tavır alan bir aydının/yazarın sorumluluğu, ezilen bir halkın hak talebini, ezen devletin izin verdiği ölçüde ve onun çizdiği legal-illegal sınırları içinde değerlendirmek midir? Bu açıdan baktığımızda 90’lardaki faili meçhul cinayetlerin çoğu devlet tarafından “illegal” olarak tanımlanacak insanlara yönelik bir imhaydı ve Ahmet Altan o gün faili meçhul cinayetler konusunda susmak yerine konuşmayı tercih etseydi, bu cinayetlerin de, illegal olanı temizleyen uygulamalar olduğunu söyleyip yapılanları meşrulaştıracak mıydı?


90’larda tüm baskılara ve cinayetlere suskun kalan aydınlar/yazarlar/medya, suçluluk duygularını temizlemek için 1920-30’lu yıllardaki Kürt politikalarının yanlışlığından bahsediyordu. Bugün aynı suçluluk duygusunu temizlemek için 90’lara ağıt yakıyor fakat 90’ların hesabını sormaktan imtina ediyorlar. Demek ki KCK operasyonlarının Türk medyası yazarı ve aydını tarafından hak ettiğince konuşulabilmesi ve tepki alması için bir 10 yıl sonrasını, yani devletin bunları konuşmaya onay verdiği zamanı beklememiz gerektiğini söylemek, yazarların tarihlerini ve arşivlerini göz önüne alırsak, abartı veya ironi olmayacaktır.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin, mevcut baskı politikalarına dikkat çekmek için uyguladıkları her direnişte aydınlarca ve kitlelerce desteklenmemesi, direnişlerinden bahsedilmemesi ve bu direnişlerin görmezden gelinmesi, kamuoyu yaratmak için hiç çaba harcanmaması, fakat üstünden yıllar geçtikten sonra hakkında konuşularak vicdan rahatlatılması, bir aydın geleneği olarak 90’larda var olduğu gibi, bugün de varlığını sürdürmekte.


Yazar/aydınların bu konudaki tek sorunları şüphesiz “konuşmak-konuşmamak”tan öte ele alınması gereken bir durum. Sorunun bir diğer yüzü de, Kürtler hakkında az-çok, iyi-kötü söz söylemiş, imza kampanyasında yer almış, veya destek için gazetesini satmış yazarların, bunları yaptıkları için, bugün (ve dün) Kürtler’in kendi kaderlerini tayin hakkını küçümseme ve “diktatör” deyip itibarsızlaştırma salahiyetini kendilerinde görerek yeniden ürettikleri güç ilişkisidir. Devlet ve Kürtler arasındaki hiyerarşide, devletin yerine “Kürtler hakkında söz söylemiş” biri olarak konumlanıp “illegal” KCK’nin de düzelmesi/temizlenmesi gerektiğini iddia eden tavır, devletin yerini aydının aldığı bir yeniden güç ilişkilenmesidir. Şüphesiz, eleştiri başka bir şeydir ve her zaman yapılmalıdır. Fakat aydınların yaptığı gibi üsttenci akıl öğreticilikle de ayırt edilmesi gerekir.

Eğer birileri birinden bir şey öğrenecekse, ‘öğrenci’ pozisyonunda olanın “aydın” olduğunu; aydının kendi demokrasisini savunduğu zaman demokrat olmayacağını; kendine uymasa dahi Kürtler’in talebini savunduğu zaman demokrat olacağını hatırlatmak gerekir. Yani Kürt siyasetine demokrasi dersi vermeye teşne aydınların, aydın sorumluluğu ve demokrasinin ne olduğu konusunda Kürt siyasetinden öğreneceği çok şey olduğu açıktır.


Sessiz Ortaklık

90’lara dönüş tartışmalarının bir diğer ayağını oluşturan muhaliflerin/kitlelerin durumu ise ne yazık ki medyadan ve yazarlardan farklı değil. 30 yıllık savaşın öznelerinin er ve gerilla olmak üzere iki taraflı Kürtler ve yoksullar olması ve savaşa gönderilecek erlerin bile Kürtler’den ve en alt yoksullardan “seçilmesi” savaşı sadece alt sınıfa ve Kürtlere endeksledi; dolayısıyla Türk-Kürt orta ve üst sınıfının savaşa bakışını- ilişkisini iyice körleştirdi. Savaş ancak kentlere ve Türk sivillere sıçradığı zaman hatırlanır oldu ve “savaşta sivil ölümleri”ni kınayan (dolayısıyla kendilerinden uzak bir alanda, erleri ve sivil/gerilla Kürtleri kapsayan bir savaşın varlığından rahatsız olmayan) tepkiler yükseldi. Bu sınıfın “sivil” anlayışının sadece kendilerine yakın ve metropol insanlarını kapsadığı ise Roboski Katliamı gibi olaylarda maalesef gün yüzüne çıktı. Roboski Katliamı protestolarının hiç ses getirmeyen cılız bir kitleyle (BDP-ÖDP ve İHD) yapılması ve binleri sokağa dökmemesi Kürtler’in katledilmelerinin herkesçe ne kadar sıradanlaştığının, normalleştiğinin ve içselleştirildiğinin de acı bir göstergesi oldu. Tüm hafızalarda Kürtler, öldürülmesi normal olan veya ölmedikleri zaman tutuklanan insanlara dönmüşler; savaşın ve hegemonyanın 30 yıllık süreçte hepimize içselleştirdiği şey bu olmuştur.


“Bakmasak da görmesek de orda bir savaş var uzakta” anlayışının 30 yıl boyunca Kürt Özgürlük Hareketi ile ilişkilenen ve destek olan az sayıdaki sendika (KESK), örgüt ve sivil inisiyatif dışında tüm “Batı” yakasını etkisine aldığı ise KCK operasyonlarındaki tutumla gün yüzüne çıktı.

KCK operasyonları ancak entelektüel çevrede saygın bir yerde kabul edilebilecek gazetecileri, akademisyenleri, yazarları, sanatçıları, yayıncıları kapsadığı zaman duyulur olmaya başladı. Rutin operasyonlar devam ederken ve her hafta onlarca insan tutuklanırken ses çıkmaması ve bu sesin sadece daha “steril” olarak algılanan insanlar söz konusuyken çıkması birkaç açıdan sorunludur. Bu tutum:

1-6300’e ulaşan tutuklu sayısını ve durumun vahametini gölgeliyor.

2-Tutuklanan insanlar arasında özgürlük istenen ve ses çıkarılan akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler ve yazarlar, gerek eğitimleri gerek konumları itibarıyla hiyerarşik olarak bir üst basamağa oturtuluyorlar. Bu, tüm tutuklular içinde bir ayrım ve eşitsizlik yaratıyor. Dolayısıyla siyasetçi, sıradan ve eğitimsiz Kürtler alt basamağa oturtuluyor.

3- Üst basamağa oturtulan bu insanların tutuklanmasına karşı gelirken ve bunu haksızlık olarak

değerlendirirken alt basamaktaki diğerlerinin tutukluluğunu “hak edilmiş”leştiriyor. Kürtlere bakışımızın iktidardan hiç farkı kalmıyor ve siyasetçi-sıradan-eğitimsiz Kürtler tutuklanmayı hak ettikleri gibi, savunulmayı da yeterince hak etmez oluyorlar. Veya ancak steril tutukluların yanında “ve diğerlerine özgürlük” kadar yer işgal edebiliyorlar.

4- Farkında olarak veya olmayarak, 6000 küsur tutuklu içinden, sadece sterilize edilen, Kürtlükle daha az ilişkilendirilen ve dolayısıyla hakkında söz söylemenin daha kolay olduğu bu bir grup insanın tutukluluğuna karşı çıkıp bunun haksızlık olduğu vurgulanırken, diğer tutuklular -yani siyasetle birincil ilişkideki Kürtler- radikalize ediliyor ve hegemonyanın normu yeniden üretiliyor.


Yani KCK operasyonları konusunda konuşmanın en kolay ve zararsız biçimi olan ve konuşanları Kürtlükle ilişkilendirmeyecek olan tutuklu “akademisyen, yazar, gazeteci, sanatçı”lar için ses çıkarmak, geri kalan tüm tutuklulara iktidarın baktığı yerden bakıyor, bu dili yeniden üretiyor ve onları radikalize ederek tutukluluklarını meşrulaştırıyor. Fakat tutuklanan “ünlü”ler dışında gerek aydınlarda, gerek medyada, gerekse muhalif kitlelerde bir-iki söz söylemek dışında bir eylem gerçekleşmiyor, yer yerinden oynamıyor, 90’larda -ve halen- öldürülmesi normalleşen Kürtler’in, 2000’lerde tutuklanması normalleştiriliyor ve uğradıkları zulüm, sessiz sedasız kabul edilmiş oluyor.


Kürt Sorunu Yurt Sorunu

Kürt sorunuyla ilgili idrak edilmesi gereken önemli şeylerden biri, bu sorunun en ağır bedelleri hep Kürtlere ödetilmiş olsa da artık sadece Kürtleri kapsamadığı, Kürt sorununun “yurt sorunu”na göbekten bağlı olduğudur. AKP’nin Kürt Özgürlük Hareketini ve “terör”ü sebep göstererek yeniden düzenlediği TMK sayesinde, artık neredeyse tüm muhalefeti ve sosyalist direnişi kolayca susturup hapse attığı bir süreçten bahsediyoruz. Kürtlere yapılan tüm haksızlıklara karşı zamanında topyekün bir direniş sergilenebilseydi ve ses çıkarılsaydı, büyük ihtimalle bugün “Batı”ya da sıçrayan ve TMK adı altında yürütülen bir hukuk teröründen de söz edilmezdi. Batı yakasından onlarca gazeteci, sosyalist devrimci ve öğrenci, malum yasalara dayandırılarak bu kadar kolay hapse atılamazdı. 7’den 70’e hapiste olan, tüm siyasetçileri susturulan, öldürülen ve hapsedilen Kürtler’e yapılanlara seyirci kalmamızın bedelini, bugün tüm yurdu saran baskı, korku ve hukuk terörüyle ödüyoruz.


Bir iktidarın yaptığı baskının-katliamın, muhalefetinden, halkından, medyasından ve aydınından bağımsız değerlendirilemeyeceğinin idrakı ile sormayı uygun görüyoruz: 30 yıllık savaşı da, 90’larda yapılan cinayetleri de, 2000’lerdeki tutuklamaları da sessizlikle izleyip, bu tavırla devlete en büyük cesareti veren ve bu uygulamalara ortak olan failler olarak 90’lara kim dönüyor sorusunu nasıl cevaplıyoruz?

90’lara dönen devlet mi, yoksa onun yaptıklarına sessizlikle ve eylemsizlikle ortak olan biz miyiz? Kürtlere yapılanlar sadece iktidarın Kürtlere bakışını mı gösteriyor, yoksa hepimizin farkında olmadan içselleştirdiği bir mütehakkim bakışı mı?


Devletin eleştiriyle “iyileşmeyeceği” veya Kürt sorununun hakkında konuşarak çözülmeyeceği de

ortadadır. Adorno’nun “kötülük hakkında konuşmak kötülüğü ortadan kaldırmaz” vecizesini hatırlayarak ve bu yazıyı da “konuşma”ya ve bu tutuma dahil ederek kaygımızı dile getirelim; el birliği ve uzlaşma ile Kürtler’e yaptıklarımızın suçunu daha ne kadar devlete/iktidara atarak suçluluk duygumuzu bastıracağız? Suçu ortadan kaldırmak ve harekete geçmek için bir planımız var mı, yoksa Kürtler’in kendi savaşlarını 30 yıldır yaptıkları gibi örgütlülükleri, direnişleri ve dirençleriyle; fakat çok ağır bedeller, ölümler, sürgünler ve tutuklamalarla baş ederek kendilerinin kazanmasını ve bu zafere ortak olmayı mı planlıyoruz?


Sahi, o gün geldiğinde Kürtler’in bizi yanlarında görmek isteyeceklerinden bu kadar emin miyiz?


Özge L. İspir


Not: Yazı ilk olarak jiyan.org sitesinde yayınlanmıştır.

______________________________________________________________________________

1] Cengiz Çandar’ın gerek Kandil’in gerekse devletin üst düzey yetkilileri ile görüşüp Tesev için kaleme aldığı “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah

Bırakır?” isimli rapordan önemli bulduğumuz bir noktayı hatırlatmak isteriz. Çandar’ın belirttiğine göre üst düzey devlet yetkilileri Kürt sorununu demokratik açılım ile çözme girişimleri öncesinde, 2007’de, askeri otoriteye “askeri olarak PKK’ye son verebilecek misiniz?” diye sormuş, bu

soruya kesin olumlu bir yanıt alınmaması üzerine de “Açılım” sürecine girişmişti. (Tesev rapor s.14 )

2] İHD’nin 90’larla ilgili bazı raporlarına ulaşmak için

http://www.ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=category&id=34&Itemid=90

3] Cengiz Çandar

4] aydınlar Özgür Ülke sattı

5] Ahmet Altan 1

Ahmet Altan 2