13 Mayıs 2012 Pazar

Araf’ta bir kuşak - 90’larda Devrimci Olmak


Aklımızdan çıkarmamamız gereken, devrimciler için gerekli olanın ne kahramanlık hikâyeleri, ne de mağdur edebiyatı olduğudur. Bilinçli politik bir mücadele hattıyla yeni bir muhalefet yaratmak her şeyden önce bizim ellerimizde.

"Beni umutsuz koma
tarihle avutma beni
çünki aşkla sınanmışım sana
sana yangınla, suyla, ateşle
ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım
ey yaşarken kanayan acı
şimşekli gök, tufan, kan fırtınası
uçurum kıyısında hızla büyüyen ot
yapraksız bir ölümün anısı için
körpecik kuzuların derisi için
beni tarihle avutma
umutsuz koma beni

Akıtsam deliren sevdamı
köpürür mü hayatı besleyen su
ey benim
yedi başlı kartalım
her başını
bir dağ başlangıcında koyanım
senin
böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir
bizim aşkımızı solduranların korkusu
çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir
yarın ne olur bilirim ben
bahar gelir, otlar büyür
ölüm de yapraklanır
bir dağ bulur uzun uzun bakarım
bir çam ağacı gölgesi
güzel kokular veren
bir damla güneş görünce
sana da gülümseyeceğim yarın
"
Arkadaş Z. Özger
Aşk ve Devrim filmi dolayısıyla, yine bir 90’lar tartışması yaşandı, son zamanlarda artan baskılar dolayısıyla sürekli tartışılan 90’lar sürecine sol içerisinden bir bakış/eleştiri yapıldı. Kendi adıma sanatsal olarak filmi eleştirebilecek yetkinliğe sahip değilim. Elbette ki iyi niyetinden şüphe etmediğim, fakat kısacık sürede hemen her konuya değinme çabası, didaktik sahneleri nedeniyle filmi bir türlü hissedemedim, örneğin hemen hemen aynı kuşağı Kürt gençleri üzerinden işleyen Bahoz’daki sıcaklığı/gerçekliği hissetmedim. Yine de filme emeği geçen herkese teşekkür ediyorum, çok ağır bedeller ödemiş bir kuşağı hatırlattıkları için.

Türkiye’de belirgin bir kitleselliğe ulaşabilmiş 3 kuşaktan bahsedilebilir, 68, 78 ve 93 (88-96) kuşağı. Çok kaba olarak bunlardan ilki dünyadaki büyük gençlik-işçi hareketlerinin yansıması olarak, ikincisi ise faşist sokak terörüne karşı yükselen bir hareket olarak değerlendirilebilir. 90’lar ise ülkedeki boğucu siyasi havaya karşı akıldan çok inanılmaz bir cesaretin ön planda olduğu bir meydan okuma. 68 kuşağı çok kısa bir sürede hem teorik hem de pratik anlamda çok şeyler kattılar mücadele pratiğine. Çok kısa bir sürede (3-4 yıl) neredeyse sıfır noktasından, çok az politik kaynakla başladıkları yolculukları, hem devlet, hem şimdinin demokrat görünümlü İslamcıları, hem de faşistler tarafından çok ağır saldırıya uğradığı için teoriden ziyade mücadeleye yönelmek zorunda kaldı. Buna rağmen, yine de kendilerinden sonraki kuşakları etkileyebilecek/yönlendirebilecek bir siyasi miras bıraktılar. Bu miras elbette liberal zevzeklerin akılları sıra küçümsemek için söyledikleri gibi, yola ilk çıktıklarında yaptıkları değil, süreç içinde ulaştıkları duruşları ve cesaretleridir. 70’ler ise çok daha kitlesel, devrimcilerin sadece okullarda değil, mahallelerde, fabrikalarda baskın politik güç olduğu zamanlardır. 1974 genel affından sonra nicelik ve nitelik açısından güçlenen, 78 kuşağının özgünlüğü, belki de dünya tarihinde ilk kez faşist sokak terörüne karşı tepki olarak (özellikle direniş komiteleri aracılığıyla) savunma amaçlı başlayan ve faşist hareketi yenilgiye uğratabilen bir kuşak olmasıdır. Savunmadan çıkıp karşı saldırıya geçtiğinden kısa bir süre sonra gelen 12 Eylül diktatörlüğüne güçlü bir direniş gösterememesi ise bu kuşağın en büyük eksikliğidir. Bunun sebebi, geniş halk kitlelerinin devrimcileri faşist teröre karşı kendilerinin savunucusu olarak görüp desteklerlerken, 12 Eylül darbesinin sivil faşistleri sokaktan çekmesi de olabilir. Bunda ideolojik olarak yoksul kitleler yerine orta sınıfların daha belirleyici olması da belirleyicidir. Bu sınıfların sivil faşist hareket yerine devrimcileri tercih etmeleri anlaşılırdır. Çünkü kontrolleri sermayenin elinde olsa da bu gücün sokak kısmını ideolojik olarak çok gerici ve maalesef yoksul kitleler oluştururken, devrimciler daha ilerici ve içlerinde orta sınıflardan da (aydınlar, öğrenciler, meslek mensupları vs.) ciddi sayıda kişi içerilmesidir. Fakat aynı sınıflar kapitalizmi restore eden askeri diktatörlüğü, süreç içinde devrimi uzak bir ihtimal olmaktan çıkartıp ciddi bir olasılık haline gelen devrimci harekete sınıfsal içgüdüleriyle tercih ederken hiç tereddüt etmediler. (Not: Bu elbette ki yenilginin sebeplerinden sadece bir tanesidir.)

12 Eylül sonrası en önemlisi Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi olmak üzere çeşitli, orta vadede başarısızlıkla sonuçlanan girişimlerden sonra, kitlesel olarak ilk ortaya çıkış 1987 bahar eylemleri oldu. Yollardan sonra, yıllardan sonra, şarkılar söyleyen çocuklara, “rehine liberallerimizin” ülkeye özgürlük getiren yapı olarak zikrettikleri ANAP iktidarının cevabı, geniş çaplı polis ve tutuklama terörü ile yanıt vermek oldu. 1988’de ise Tuzla katliamıyla kanla dolu ülke tarihinde yeni bir süreç başlatıldı. Gözaltında kayıplar, yerinde infazlar, faili meçhullerle yüzlerce devrimci genç katledildi (önemli not: Kürt hareketinin dinamikleri farklı olduğundan bu yazıda hiç bahsedilmemektedir, aynı yıllarda binlerce Kürt de benzer şekilde katledilmiştir). 90’ları kabaca 3’e ayırmak gerekirse, 1988-1993, 1993-1996 ve 1996-2000 olarak ayırabiliriz. 88-93 arasında militan mücadelenin ön planda olduğu, devletin ise en sert şekilde yanıt verdiği, “polisiye” vaka olmaktan çekinmeyen, aksine bununla övünen yapıların belirleyici olduğu bir süreç olarak geçti. 1991 tahliyelerinden sonra yeniden toparlanma çalışmaları ve 1993’de Kürt illerinde köylerin yakılmasının/boşaltılmasının başlaması ile batıya göçün artması ile kitleşelleşen sokak muhalefeti üzerinde daha önceki baskılara ilaveten kitle katliamları ve girişimleri geldi (1995 Gazi katliamı, 1 Mayıs 1996 İstanbul, yine bu yaklaşım Kürt hareketine yaklaşımla benzerdir, Cizre, Lice, Nusaybin katliamları vs.). 1996’da sokak hareketi zirve yaptıktan sonra (DTCF işgali, 96 1 Mayıs’ı vs.) hızlı bir geri çekilme başladı. Devlet yıllar boyunca “Hayata Dönüş” katliamına hazırlık yaparken, cezaevlerini katliamlarla zayıf düşürmeye çalışırken, (Ümraniye, Buca, Ulucanlar katliamları, buna karşı direnç gösterilen 96 ölüm oruçları) dışarının stabilize edilmesi amacıyla büyük tutuklamalar yaşandı. İşkencede ifade vermeyenlerin örgütsel tavır gösterdiği gerekçesiyle tutuklandığı ve onlarca yıl ceza aldığı yıllardan günümüze baskı anlamında sadece “28 Şubat” sürecinin gösterilmesi ve bazı aklı evvellerin o süreçte polis ve yargının solcuların elinde olduğu hikâyelerine rağmen, o yıllar devrimci hareketin tasfiye edilmesi devletin en önemli politikalarından birisiydi. Bu yıllarda sürekli savunmada kalan devrimci harekete hayata dönüş süreci ile son darbe indirildikten sonra ortalık “demokratikleşme” yalanlarına müsait duruma gelmişti. 90‘lar boyunca öldürülen, işkence gören, tutuklanan/hapis cezası alan sosyalist sayısı 12 Mart döneminden çok daha fazla olmasına rağmen, o yıllarda dahi dikkate alınmamasının sebebi, steril orta sınıfı etkilemeden, yüksek oranda yoksul çocuklarının belirleyici olmalarıdır.

2000’li yılların ilk onyılından sonra sokak muhalefeti yeniden kıpırdanırken, iktidar yeni bir taktikle yaklaşmaya başladı, var olan muhalefeti komplolarla kriminalize etmeye ve polisiye vaka haline getirmeye çalışıyorlar. Yargıdaki yapılanmalar sayesinde, çok kolayca tutukluluk kararı aldırıp, duruşmaya çıkarmadan insanlar aylarca cezaevinde tutulabiliyor. 1990’larda duruşmaya çıkmadan tutuklu kalma süresi en fazla 2 ay kadarken şimdi bir yıla kadar uzuyor, ve neredeyse en hızlı 6 ayda çıkılabiliyor ilk duruşmaya. İktidara gönüllü rehine olmuş çevreler ise bu durum dile getirildiğinde, 12 Eylül ve doksanlardan bahsediyor. Sanki 12 Eylül’de ve doksanlarda kendileri sırasıyla asker ve polisi alkışlamamışlar gibi, kendilerine göre yeniden yazdıkları tarihe kendileri de inanarak anlatıyorlar. Cezaevleri sosyalist ve Kürt öğrenciler, gençler, gazeteciler, avukatlar, seçilmişlerle tıka basa doluyken, iktidarın demokratlığını iddia eden bu çevreleri, teşhir ve tecrit etmek birincil görevlerimizden bir tanesidir. Önümüzde zor bir süreç duruyor, bir yandan birleşik bir mücadele hattı örgütleyip, öte yandan bu muhalefetin iktidar tarafından “yasadışı” hale getirilmesini engellemek. Bunu sağlıklı yapabilmek için tüm mücadele tarihini yanlışıyla/doğrusuyla kabul edip, hatalarıyla hesaplaşmamız gerekiyor. Aklımızdan çıkarmamamız gereken, devrimciler için gerekli olanın ne kahramanlık hikâyeleri, ne de mağdur edebiyatı olduğudur. Bilinçli politik bir mücadele hattıyla yeni bir muhalefet yaratmak her şeyden önce bizim ellerimizde.

"Şiirler doğacak kıvamda yine
duygular yeniden yağacak kıvamda.
ve yürek,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
"
Adnan Yücel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder