13 Mayıs 2012 Pazar

Vahşetleri Korkularındandır


“Zihnin iktidar için hayat yüzeyi olması; fikirlerin denetimi yoluyla bedenlerin tabi kılınması” diye yazar Foucault “Hapishane’nin Doğuşu” isimli kitabında.

İktidar kontrol edemediği bireyleri, bedenleri üstünde hakimiyet kurarak ve bedenlerini hapsederek kontrol altına alır. Hapishaneler iktidarın “ideal” forma getiremediği ve sözünü dinletemediği kişilerin, bedenleri üstünden “ıslah” adı altında kontrol altına alındığı yerlerdir; gerek adi suçlar gerekse fikir/eylem suçları için. Bu bağlamda politik suçluların özel bir yerde olduğunu kabul etmek gerekir. Muktedirlerin kendileri için en büyük tehlike olarak gördükleri örgütlü gruplar, burjuva iktidarları için sosyalistler, örgütlü azınlıklar, daha genel bir tabirle politik muhaliflerdir. Cezaevleri bu grupların ıslah edilmesi, zulüm görmeleri ve iktidar için gerektiği zaman kolayca imha edilmesi için en uygun aygıtlardır. Fakat ıslahları diğer “suçlulara” göre daha zordur. Çünkü sadece bir beden ıslahı değil, bir zihin ıslahı da gerekmektedir. Bundan dolayı cezaevlerinde en büyük baskıların bu gruplara yönelik olması burjuva demokrasileri için münferit olaylar kategorisinde değildir. Şimdi bize örnek demokrasiler olarak gösterilen Batı Avrupa ülkelerinin kendilerini tehlikede hissettikleri zaman nasıl tepki verdiklerini görmek için İngiltere’de IRA ve INLA militanlarına yaptıkları, Almanya’nın ise RAF militanlarını hücrelerinde infaz ettiklerini hatırlamak yeterli.

Elbette bu durum Türkiye için de geçerli, neredeyse kurulduğu günden bu yana cezaevlerinde devrimci-komünist tutsaklar hiç eksik olmadı. 12 Mart dönemi ve 12 Eylül öncesindeki süreçte de cezaevleri iktidarın baskılarının en yoğun hissedildiği yerlerdi. Fakat esas olarak cezaevlerinin işkence merkezlerine dönmesi 12 Eylül darbesi iledir. İktidar her zaman yaptığı gibi dışarıya saldırmadan önce cezaevlerine saldırdı, 12 Eylül İstanbul Davutpaşa, Ankara Mamak ve Diyarbakır cezaevlerine Ağustos ayında geldi. 12 Eylül sonrasında başta Diyarbakır, Mamak ve Metris olmak üzere cezaevlerinde yapılanlar ise bilinmekte, fakat 12 Eylülle hesaplaştığını söyleyenler tarafından henüz hiçbir şey yapılmamakta, örneğin 12 Eylül dönemi kafes uygulaması, tabutlukların ve çok yoğun işkencelerin yaşandığı Mamak cezaevi Albayı Raci Tetik halen yargılanmadı ve serbest.

"İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur" [Deleuze]

Beden sadece iktidarın bireyi kontrol aracı olarak kullanılmadı tabi. Bir direniş aracı olarak bedenin önemi mutlaka incelenmesi gerekir. İktidar beden üstündeki hakimiyetini bedeni kapatarak kurdukça ve zapt altına almaya çalıştıkça, iktidara karşı “bedenimin sahibi sen değilsin. bedenim benimdir” direnişleri de gösterilmiştir.  12 Eylül sonrasından 2000 yılına kadar cezaevleri bu tür direnişlere sahne oldu;  84 ölüm oruçları, Diyarbakır Cezaevinde dörtlerin kendilerini yakması, 96 ölüm Oruçları, onlarca devrimcinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan Ümraniye, Buca, Diyarbakır ve Ulucanlar Cezaevi katliamları. Bütün bu katliamları yaparken sürekli kontrolleri altında tuttukları medya (cezaevlerinde olmayan isyanlar ve cezaevlerinin örgütlerin kontrolünde olduklarına dair haberler) ve diyanet ile ( ölüm oruçlarının günah olduğuna dair açıklamalar) bunu meşrulaştırdılar. F tipi cezaevlerinden önce gücünü denemek isteyen iktidarın yaptığı Ulucanlar katliamı sonrası atılan gazete manşetleri medyanın halini gözler önüne sermekteydi “Cezaevi Cephanelik” (28 Eylül 1999, Sabah), “Cezaevi Değil, Örgütevleri” (28 Eylül 1999, Milliyet), “Beş Dakika Önce çekilen fotoğraf” (28 Eylül 1999, Hürriyet), “Pusu Kurup Ateş Açtılar” (28 Eylül 1999, Milliyet),“Ordu: Onlar siyasi değil, terörist” (30 Eylül 1999, Milliyet).  Hürriyet Gazetesinin büyük bir yüzsüzlükle 5 dakika önce çekilen fotoğraf diye yayınladığı fotoğraf, başka bir cezaevinde 5 yıl önce çekilmiş bir fotoğraftı. Yargı ise her katliam sonrası katillere ceza vermez veya çok komik ceza verirken, katliamdan sağ kurtulanlara ise ceza yağdırıyordu. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1999/09/28/hurriyet.asp

1988 Tuzla katliamı ile başlayan, binlerce faili meçhul, yargısız infaz, işkencede ölüm, onlarca katliam ile devam eden sürece son noktayı koymak için F tipi cezaevleri gündeme geldiğinde sosyalist/devrimci çevreler dışında kimse karşı çıkmadı ve/veya destekledi. Hem şimdi mazlum rolü oynayanlar hem de şimdi demokrat olduğunu iddia edenler cezaevlerinin terör merkezleri olduğunu, F tiplerinin ise ne kadar güzel yerler olduklarını tekrarlayarak devrimcilere karşı kamuoyu oluşturuyordu. Tutsak yakınları ise cezaevi dışında demokratik kitle örgütleri ve sosyalist partilerle/çevrelerle yürüttükleri kampanyalarla F tiplerini teşhir ediyorlardı.  11 Aralık 2000 tarihinde İstanbul’da 2 çevik kuvvet polisi öldürüldü (eylemi planlayan kişinin sonra itirafçı olduğunu hatırlatayım). Ertesi gün Ankara’daki F tipi karşıtı eyleme önce çevik kuvvet saldırdı, göstericiler geri çekildikten sonra polis Güvenpark’a gidip İstiklal Marşı okumaya başladı, sayısı yüzleri bulan faşist bir grup ellerinde sopalarla tutuklu/hükümlü yakınlarının bulunduğu ÖDP il başkanlığının da bulunduğu binaya girmeye çalıştı, devrimcilerin müdahale etmesiyle saatlerce çatışmadan sonra binaya girmeleri engellendi. Faşist grup tamamen dağıtıldıktan sonra saatlerdir Güvenpark’ta olan çevik kuvvet binaya girdi, ÖDP ve diğer sosyalist bürolardaki kişiler çok ağır dövülerek gözaltına alındı.

Dışarısı tamamen terörize edildikten sonra cezaevlerine operasyon için herhangi bir engel kalmamıştı, cezaevlerinin örgüt merkezleri olduğu ve F tiplerinin muhteşem yerler olduğunu söyleyip duran medyanın ve ölüm oruçlarının günah olduğuna dair fetva verem diyanetin hazırlıkları sonrasında, 19 Aralık günü sabaha karşı, büyük şehirlerin merkezlerini de açık hava cezaevlerine çevirerek (19 Aralık günü ÖDP’nin önünden geçen neredeyse 4.000 kişi gözaltına alındı) devrimcilerin bulunduğu bütün cezaevlerine korkunç bir nefret ve hırsla saldırdılar. Kimyasal gazlarla/sıvılarla, ağır silahlarla süren katliam sonrası 2'si asker (bu iki askerin de jandarmaların silahından çıkan mermilerle öldüğü kanıtlandı) 32 kişinin ölümü ile sonuçlandı katliam. Ertesi günlerde medya görevini başarıyla yerine getirdi. Milliyet gazetesi “Sahte Oruç, Kanlı İftar” manşetiyle çıkarken http://www.milliyet.com.tr/2000/12/20/ Zaman gazetesi öldürülen tutsaklardan Alevi olanları belirlemekle meşguldü http://arsiv.zaman.com.tr/2000/12/24/haberler/haberlerdevam.htm   (8 cenaze Gazi Cemevinde haberi). Operasyondan sonra devam eden ölüm oruçlarıyla birlikte hayatını kaybeden kişi sayısı 122’ye çıktı, yüzlerce insan ise geri dönüşümü olmayan Wernicke-Korsakoff hastalığına yakalandılar. Seneler sonra katliamla ilgili yapılan ana akım medya ve şimdiki yandaş medyanın yaptığı neredeyse bütün haberlerin yalan olduğu ortaya çıktı.

O günlerden hatırımızda kalan sadece tutsakların direnci değil, adını Oltan Sungurlu, Şevket Kazan'ın yanına devrimcilerin kanıyla yazdıran Hikmet Sami Türk, daha sonra AKP'li Cemil Çiçek'den devlet üstün hizmet madalyası alan ve Abdullah Gül tarafından HSYK'ya kontenjandan atanan Ali Suat Ertosun, iğrençleşmenin sınırı olmadığını kanıtlayan Türkiye medyası.

Şimdi medya tarihi yeniden yazıyor, o zaman en iyi tavır göstereni başını kuma sokanlar olan şimdinin yandaş medyası bütün suçu, şimdi mecbur kaldıkları için özür dileyen dönemin ana akım medyasına yıkmak istiyor. Üstelik bunu AKP iktidarının Kürtleri ve devrimcileri kriminalize ederek cezaevlerine doldurmasına verdiği tam ideolojik destekle eşgüdümlü olarak yapıyor. Tekirdağ F tipi cezaevi başta olmak üzere bütün F tiplerinde ve diğer cezaevlerinde politik tutsaklara devam eden işkenceler, tecrit işkencelerinden hiç bahsetmeden, cezaevlerine doldurulan yüzlerce öğrenci, onlarca gazeteci, seçilmiş belediye başkanları, milletvekilleri ve binlerce politik tutukludan hiç bahsetmeden, en iyi bildiklerini, ölüler üzerinde tepinerek ne kadar demokrat olduklarını ispatlıyorlar. Hiç zahmet etmesinler, çünkü biz elbet dostumuzu da düşmanımızı da biliyoruz.

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
İnci dişli, zenci kardeşim,
Kartal kanatlı kanaryam.
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize,
Korkuyorlar Robson
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten,
Duymaktan,
Dokunmaktan korkuyorlar
Yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan
Sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar
Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhat gibi sevmekten
Sizin de bir Ferhatınız vardır elbet
Robson, adı ne
Tohumdan ve topraktan korkuyorlar
Akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar
Ne iskonto, ne komisyon, ne veda isteyen bir dost eli
Sıcak bir kuş gibi, gelip konmamış ki avuçlarının içine
Ümitten korkuyorlar Robson, ümitten korkuyorlar ümitten
Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizden korkuyorlar.


Nazım Hikmet RAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder