26 Aralık 2010 Pazar
Gördüğüne inanma, Burjuvazi büyüler
Burjuvazinin modern dünyada en iyi başardığı şeylerden birisi hiç kuşkuşuz, zengininden yoksuluna bütün gençliği kendi yarattığı moda anlayışıyla teslim almasıdır. Bunun bedelinin ne olduğu; ne burjuvazi için ne de kendisini arkadaşları karşısında daha güzel, daha havalı gösterdiği dışında birşey düşünmeyen burjuva çocukları ve maalesef işin en dramatik yönü olarak da burjuva çocukları/gençleri gibi gözükmek derdinde olan emekçi çocukları ve/veya emekçi gençler için önemi yoktur. Bu yeri gelir, Çin'de veya başka kapitalizm taşeronu ülkelerde çocukların insanlık dışı koşullarda çok düşük ücretlerle çalışarak ürettiği Nike vb. emperyalist firmaların ürünleri olur, yeri gelir işçilerin sağlıklarını/hayatlarını almış taşlanmış kot olur.
Kot kumlamadan meydana gelen silikozis hastalığı nedeniyle 46 işçi hayatını kaybetti, yüzlercesi ölümü bekliyor binlercesi hasta. İşçiler şimdi silikozisin meslek hastalığı olarak kabul edilmesi için mücadele ediyorlar. En azından hayatlarını kaybettikten sonra yakınlarına insani bir maaş bağlanması için, ölümle burun burunayken dahi mücadeleden vazgeçmiyorlar.
Öte tarafta ise burjuvazinin yarattığı illüzyon nedeniyle gözleri kör olmuş milyonlarca genç, taşlanmış kot giymeye devam ediyor. Birazcık daha güzel gösterdiğine inandığı giyside işçilerin hayatı olduğunu bilerek buna devam ediyorlar. Kapitalizm sadece insanları değil insanlığı da öldürüyor.
Kapitalizm insanlığı yoketmeden, biz kapitalizmi yoketmeliyiz.
20 Aralık 2010 Pazartesi
78'de Sahadaydı, Şimdi Tribünde
Ökkeş Kenger..Bilinen adıyla Ökkeş Şendiller...
Bu memlekette milletvekilliği yapmış, TRT'de canlı yayınlarda ağırlanmış bir provakatör, katil. 1978'in Aralık ayında Kahramanmaraş'ta yapılan katliamın bir numaralı sanığı olarak mahkemeye çıkmış, pek tabii ki beraat etmiş faşist. Tansu Çiller tarafından milli eğitim bakanlığına önerilmiş, BBP genel başkan yardımcılığı görevini yıllarca sürdürmüş cani. Trt ekranlarından Maraş katliamı sorumlusu olarak Hrant Dink'in adını telaffuz etmiş, katliamlar yaptığı sokaklarda iletişim bürosu açan adam..
Olaylar şöyle gelişti 32 sene önce; Maraş'a bir film geldi; Güneş ne zaman doğacak. Irkçı şoven propagandanın beyaz perdeye aktarılmış bu pespaye halini görmek isteyen yüzlerce faşist sinemaya doluştu sloganlar ve bozkurt işaretleriyle. Derken bir patlama yaşandı sinemada, sonra Kenger'in çığlıkları "Komünistler, kızılbaşlar sinemayı bombaladı"...
Ardından harekete geçti katiller. Alevilerin evlerini, dükkanlarını bastılar. Kadın, çoluk, çocuk, erkek, yaşlı, hasta kimi buldularsa öldürdüler. 5 yaşındaki çocuk da, 80 yaşındaki dede de kaçamadı ölümden, caniler parçaladı bedenlerini. Bombayı sinemaya koyup saldırıyı organize eden Kenger'di faşist Yusuf İlhan ve diğer tanıkların ifadelerine göre. Maraş'ta öyle bir vahşet yaşandı ki, yürekler hala sızlar. O zamanlar Maraş'ın emniyet müdürü, bugün açılım üstüne açılım patlatan pek demokrat AKP'nin beyin takımından Abdülkadir Aksu'ydu. Polisler, askerler, devlet yaşanan katliamı seyreder, görmezden gelirken, devletin oradaki temsilcisiydi Aksu.
Bu katliamın 32. yıldönümünde canlarını katillere kurban verenler Maraş'a gitti. Anma yapacak, katilleri lanetleyecek ve bir nebze de olsa seslerini duyurabileceklerdi. Ama buna bile tahammül edemedi katillerin çocukları. Anmaya gelenlerin etrafı eli sopalı, tekbir getiren ve Bozkurt işaretleriyle yürüyen faşistlerce kesildi. "Burası Maraş burdan çıkış yok" diyorlardı. Oradan çıkış olmadığını, yüzlerce insanın onların elleriyle parçalandığını biliyorduk elbette. Arkaları hala kuvvetliydi, hala birilerini öldürseler ceza almayacaklarını biliyorlardı. 32 yıl önce onların yerinde sokakta olan Ökkeş abileri bu kez balkondaydı. Ordusunu yöneten bir komutan edasıyla olan biteni izliyor, belki de içten içe kızıyordu yavrucaklarına kimseyi öldürmeyi başaramadıkları için. Bu sefer katletmeyi başaramamışlardı ama iyi bir ders vermişlerdi kızılbaşlara, solculara; Orası Maraş'tı, oradan hala çıkış yoktu...
İşte 2010 Türkiye'sinden demokrasi manzaraları. Elinde yumurta olan, bayrak sopası olan üniversitelilerin yerlerde sürüklendiği, coplar altında inlediği; kalaslarla, çivili sopalarla katliam yapmaya gelenlerin emniyet müdürleri tarafından sakinleştirildiği demokrasinin manzaraları. Hala sokak ortasında gazetecilerin, insanların rahatça öldürülebildiği, öldükten sonra da katiller tarafından suçlu ilan edildiği demokrasinin manzaraları.
Bakın şimdi bu tabloya, bakın ve bana bu ülkede can güvenliğimiz olduğunu, rahatça ve özgürce yaşayabileceğimizi, memlekete demokrasinin geldiğini anlatın...
19 Aralık 2010 Pazar
Vahşetleri Korkularındandır
Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
İnci dişli, zenci kardeşim,
Kartal kanatlı kanaryam.
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize,
Korkuyorlar Robson
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten,
Duymaktan,
Dokunmaktan korkuyorlar
Yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan
Sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar
Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhat gibi sevmekten
Sizin de bir Ferhatınız vardır elbet
Robson, adı ne
Tohumdan ve topraktan korkuyorlar
Akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar
Ne iskonto, ne komisyon, ne veda isteyen bir dost eli
Sıcak bir kuş gibi, gelip konmamış ki avuçlarının içine
Ümitten korkuyorlar Robson, ümitten korkuyorlar ümitten
Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizden korkuyorlar.
Nazım Hikmet RAN
Politik tutsakların bulunduğu cezaevleri her iktidar için tehlikelidir. Çünkü onların niyeti cezalandırmaktan ziyade çok korktukları fikirleri yoketmektir. Latin Amerikada devrimci tutsaklara yapılanlar da, ağzından salyalar akıtarak bizim ülkenin "demokratlarının" bayılarak bahsettikleri Avrupa demokrasisinde de bu farklı değil. İngilterede cesaretin tarihini yeniden yazan IRA ve INLA militanları da, Almanyanın hücrelerinde katlettiği yiğit RAF militanları da, burjuva demokrasilerinin korkularının karşısında cesaretin ne olduğunu gösterdiler.
Ülkemizde de durum farklı değil elbette, sayısı daha fazla sadece, 12 Ağustos 1978'de askerlerin kontrolünde cezaevine saldıran faşistler, 12 Eylül sonrası başta Diyarbakır, Mamak ve Metris olmak üzere her türlü vahşi uygulamanın yapıldığı cezaevleri, 84 Ölüm oruçları, onlarca devrimcinin katledilmesiyle sonuçlanan Ümraniye, Buca, Diyarbakır ve Ulucanlar katliamları, 1996 ölüm oruçları. Ve nihayetinde böyle bir tarihe konabilecek en kanlı noktayı koyan Hayata Dönüş katliamı.
Aslında şaşıracak birşey yok, dışarıyı teslim almak için ilk önce içeriyi teslim almaya çalışırlar hep. Doğrusuyla, yanlışıyla ama herşeyden önce asla teslim alınamayan cesaretleriyle bir mücadele tarihi var bu topraklarda. 88 Tuzla katliamıyla başlayıp, sokak infazları, işkenceler, gözaltında kayıplar, kitle gösterilerine saldırıları ve ev baskınlarıyla yapılmış bir tarih ancak böyle bir vahşetle taçlandırılabilirdi.
Tam 10 yıl önce bugün, devrimcilerin tutsak olduğu cezaevlerine korkularından meydana gelen devasa bir hınçla ve nefretleriyle girdiler. Diyanete ölüm orucunun "günah" olduğu fetvasını verdirerek, medyaya yalan haberleri hazırlatarak, şehir merkezlerini devasa açıkhava cezaevlerine çevirerek girdiler. Karşılarındaki çelik iradeli ama savunmasız tutsaklara, kimyasal gazlarla/sıvılarla, ağır silahlarla saldırdılar. 2'si asker (bu iki askerin de jandarmaların silahından çıkan mermilerle öldüğü kanıtlandı) 32 kişinin ölümü ve takip eden süreçte toplam 122 devimcinin ölmesi ve yüzlercesinin sakat kalmasıyla sonuçlandı bu süreç.
O günlerden hatırımızda kalan sadece tutsakların direnci değil, adını Oltan Sungurlu, Şevket Kazan'ın yanına devrimcilerin kanıyla yazdıran Hikmet Sami Türk, daha sonra AKP'li Cemil Çiçek'den devlet üstün hizmet madalyası alan ve Abdullah Gül tarafından HSYK'ya kontenjandan atanan Ali Suat Ertosun, iğrençleşmenin sınırı olmadığını kanıtlayan Türkiye medyası, ve o zaman suspus olmuş ve utangaç bir şekilde destek veren şimdinin yandaş medyası.
2000 yılında katliamı meşrulaştıranlar şimdi özür diliyor, o tarihte korkudan kafasını gösteremeyenler şimdi utanmadan diğerlerini suçluyor. Tekirdağ F tipi başta olmak üzere bütün F tiplerinde vahşet devam ederken bunu görmemek için başlarını kuma gömenler bize demokrasi dersi veriyorlar. Hiç zahmet etmesinler, çünkü biz elbet dostumuzu da düşmanımızı da biliyoruz.
Yana yana, döne döne geliriz
Biz dostu’da düşmanıda bilriz
Vurulup düşenler darda kalmasın
Çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı
Çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum
Ve kederin
Ve solgun yüzlü işçilerin üzerine
Dağ başlarının hırçınlığı savruluyor benden
Çünkü beni ateşiyle dimdik tutan kin
Çünkü benim gözbebeklerimde tutuşan şafak
Miting afişleri cesur pankartlar
Ve binlerce militan
Derin denizlerin aydınlığı
Zorlu sabahlar
Gökyüzü ve lale
Sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata
Çünkü ben sevdigim kızı
Yaşamak gibi halkım gibi sevdiğim kızı ki şiirini yazamayan
Ve türküsünü söyleyemeyen halkım gibi
Binlerce ve binlerce kurşunlanan halkım gibi
Zincire vurulan
Şavaşlara yollanan
Vergilere bağlanan halkım gibi
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/siirler/136998-biz-dostuda-dusmanida-elbet-biliriz.html#post1079184
Felç olmuş yalnızlıklara bırakarak
Büyük acıların ve göz yaşlarının içine bırakarak
Şiirlerimin bir bıçak gibi ışıldadığı
Devrim türkülerini
Ve baş kaldırmayı öğreten dudaklarını
Bir kere olsun öpmeden
Bir kere olsun tutamadan kaygısızca
Serin bir yaz gecesi gibi ürperen ellerini
Hatta boynunu ve ayak bileklerini
Bilemeden , Bilemeden, Bilemeden
Vurdum yüreğimi şanlı kavgaya
Barışın ve özgürlügün dağlarına yürüyorum işte
Yiğitsen uslandır beni
Ey yasakların, kahpeliğin
Ve soygunların koruyucusu
Türkü çağıran kızlarımı sustur
Ve kahraman oğullarımı mezar kaza kaza kederli, kızgın
Tohum serpe serpe hünerli
Ve sömürüle sömürüle bomboş
Ve açlığın ve zulmün izlerini
Derin uçurumlarında taşıyan ellerimi
Naçaklara ve tırpanlara sarılan ellerimi
Mavzerlere sarılan ellerimi
Zincirlere vur gücün yeterse
Ama adına yaşamak dersen
Re-zil-ce
Çatlayan tomurcuğun
Doğan çocugunü çığlığını duymadan
Gül benizli sevgilinin
Titreyen gögüslerini öpmeden doyasıya
Korka korka, yana yana
Hergün biraz daha derinden
Hergün biraz daha kapkara duyarak ölümü
Aç ve arkasız
Köpekleşerek yaşamak dersen
Bu yürek
Çat diye çatlasın be
Kirsiz passız
Arı duru özümüz
Namussuza kanlı hançer sözümüz
Çok uzaktır dostlar bizim yolumuz
Durana yürüyene bin selam olsun.
Gel gelelim parlayan güneşi
Emekçi kalkların
Kahraman halkların güneşini
Şehvetle içine dolduran toprak
Şimdi sımsıcak şimdi ulaşılmaz
Şimdi olgun meyvalarla dolu
Bahar bahçelerini sarmaktadır dünyaya
Ve gülbenizli sevgilinin dudaklarında hayat
Bizi aşka ve kavgaya çağırmaktadır
Bıçak kemiğe dayandıgı
Ok yaydan fırladığı için degil
Bu bezirgan saltanatı
Bu zulüm bitsin diye
Ağaran günler için
Yeni bir dünya uğruna
Yüzlerinde cesaretin onuru
Ve imanlı gücü döğüşen dünyanın
Ve ölüme
Gülerek koşan genç savaşçıların
Albayrakları dalgalansın
Dalgalansın, dalgalansın
Kinle boğuşan yorgun yüregi
Aydınlansın diye anamın
Dişleri sökülmüş kederli ağzı
Ağlamaya hazır gözleri
Safrası, ve sonsuz dağları eriten sabrı
Merhameti
Yani bir bütün halinde insanlığımız
Yunsun arısın diye durgun pınarlarda
Alınterinin namusu kurtulsun diye
Kurtulsun diye sıcak somun
Acı soğan ve çiçekli basmalar
Ahdettik, vefaettik
Kelle koyduk
Ölen ölür dostlar
Düşmanlar heyy
Kalan sağlar...
15 Aralık 2010 Çarşamba
Cop Demokrasisi
Hiç söylemedik, söylemeye de gerek duymadık. Ama şimdi söylüyoruz. AKP demokrat değil ve hiç bir zaman da olmadı. Buna inananlar, özellikle de işçi sınıfı hareketi içerisinde olanlar var mıydı bilmiyoruz ama son yaşananlar tartışmaya gerek kalmadan gösterdi AKP’nin demokrasi anlayışını. Cop demokrasisi ya da coplu demokrasi.
Mağdur değiliz. Mağduru oynamıyoruz. Bazı AKP yandaşı gazetecilerinin dediği gibi ne işiniz var oralarda sorularına ya da Nazlı Ilıcak gibi eyleme gidiyorsan bunları göze alacaksın türü açıklamalarına yanıt vermek durumunda değiliz. Bu duruma da şaşırmadık. Polisten hiçbir zaman başka bir şey beklemedik. Yıllardır yaptığımız eylemlere polis saldırır, gözaltına alır, savcılığa çıkar ya tutuklanır ya da serbest bırakılırız. Ama eylemleri yaparken sığındığımız bir ilkemiz var. Meşruluk. Meşruyuz çünkü bu ülkenin emekçilerinin, öğrencilerinin, ezilenlerin taleplerini haykırmak için alanlardayız. Gaz bombalı, coplu ya da tazikli sulu ya da onlarsız.
Başbakan, çalışma ofisi olarak kullandığı sarayda üniversite rektörleriyle buluştu, üniversite rektörlerine isteklerini sıraladı. Azıcık da olsa onları dinledi. Fakat üniversitenin asıl bileşenleri olan gençlerin söyleyeceklerini doğal olarak dinlemedi. Çünkü ideolojik grupları dinleme gibi bir derdi olmadığını açıklamıştı. Herkes bu ülkede ideolojisiz. Sadece eylem yapanlar ideolojik. Ama başka ideolojinin bekçisi olanlar saldırdı, dövdü, kırdı. Bu kez o kadar ileri gittiler ki burjuva medya günah çıkarma durumunda kaldı. Yandaş medya ise eylemci gençleri kadrolu eylemci ilan etti, polis bültenlerinin bir kelimesine itiraz etmeden. Polisten aldıkları resimleri kullanıp gençleri hedef göstermekten geri durmadı. Üniversite gençliğinin talepleri dışarıda bırakılarak olay orantılı gücün orantısızlığı boyutuna indirgendi.
Ardından anayasa uzmanı olarak geçinen Burhan Kuzu yumurtalardan nasibini aldı. O kadar sinirlendi ki rektörün ve dekanın istifasını istedi. Biliyoruz ki pek yakında utanmadan kendilerine karşı olanların da iktidarı olarak tüm Türkiye yurttaşlarını kucaklayacaklarını söyleyecekler. Ama karşıtsan yinede istifa et. Kamunun her alanında olduğu gibi!
Köprüyü Geçene Kadar
İktidarları döneminde YÖK’ün uygulamalarından rahatsız olduklarını, YÖK’ü kaldıracaklarını beyan ettiler durdular. Hatta Yeni Şafak ve bilumum gazeteleri rektörlük seçimlerinde daha önceki cumhurbaşkanının atamalarını eleştirip dururdu. Gül cumhurbaşkanı oldu, kaçıncı sırada seçilen rektörleri atadığı hepimizin malumu, küçük bir internet araştırması yeter. YÖK mü dediniz? İktidar kendilerinde, kendi başkanlarını atadılar, sorunsuz olarak üniversiteleri yönetiyorlar. Gerek kaldı mı onlar için YÖK’ü kaldırmaya. Adı değişir, şekli değişir ama zihniyet durur. YÖK’ü protesto eden gençler üniversitelere alınmaz, soruşturulurken YÖK türban için düzenlemeler yapılsın diye üniversite rektörlerine yazı yazar, bireysel özgürlüklerden bahseder.
Üniversiteler o kadar demokratiktir ki jandarmadan arındırılmıştır. Özel güvenlik birimlerinin insafına terk edilmiş, sivil polisler genel kültürlerine yenilerine eklemekte, robokoplar ise kapıda kafa patlatacak öğrenci avındadır. Üniversiteden şikayetçiyiz, bilimselliğini, ya da paralı eğitim uygulamalarından geçtik net iki talep ileri sürüyoruz. YÖK kaldırılsın, polis ve özel güvenlik birimleri üniversiteden çekilsin.
Düzen burjuva düzeni. Düzenden şikâyet etmene gerek yok, aykırı bir ses çıkar yeter. Aşağılanma, tehdit, hakaret. Yetmedi mi, gözaltı ve tutuklanmalar, olmadı Ergenekon. Çıkar istersen sesini. Hemen hizmetlileri sevdikleri kudretli iktidarlarını aklama peşinde. Mehmet Metiner diye bir gazeteci var. Polisin şiddetini ilk başta onaylamamış.fakat polis üzerinden iktidarın yıpratılmasına çok içerlenmiş, çünkü Türkiye Cumhuriyeti hiç olmadığa kadar demokratikmiş. Sonra polisler kendilerine görüntü göndermişler, gençler polise saldırıyor. Ağzından salyalar saçarak nasıl laflar ediyor televizyon ekranlarında, inanılmaz. Gazeteci dediğin tırnak içinde tarafsız olur. Yok böyle bir şey. Polislere saldırılmış, canı yanan polis saldırmış. Aslında sevinilecek bir açıklama. 30 kadar genç ellerinde yeşil Genç-Sen bayrağı ve plastik boru. Nasıl dar ediyor meydanı polislere. Tıpkı daha önceki eylemlerde söylediğimiz gibi kaskları da başlarına dar gele. En deneyimli polis ne hale geliyor ve Metiner bu duruma ağlıyor. Bu gazeteci paçavralarına daha fazlaları eklendi. Burada bahsetmiyoruz. Seviyoruz onları. Ne olmamak gerektiğini gösteriyorlar. Ama herhalde zamanında şeker yerine cop yalamışlar.
Yök, Polis, Medya; Bu Abluka Dağıtılacak
Geleceğimiz ipotek altındadır. Üniversiteli gençliğe ve bir bütün olarak gençliğe karşı dayatılan saldırı politikaları Bologna süreci olarak bilinen eğitimin özelleştirilmesinin bir sonucudur. Gençliğin ayrı bir kategorik örgütlenme olarak bu sorunlarla baş edebilmesi oldukça zordur ve bunun için mücadelenin sınıfsal karakteri ön plana çıkarılarak işçi sınıfı hareketinin talepleri ile birleştirilmelidir. Sınıf atlama, refah içinde bir hayat kurma, ailesi emekçi olan gençler için artık bir hayaldir. Gençliğin yaşadığı sorunlar toplumdan ayrı yaşanan sorunlar değildir. Geleceksizleştirme, güvencesiz çalışma, işsizlik ve kamu hizmetinin her alanının özelleştirilmesi sorunu, beslenme barınma ve ulaşım. Tüm bunlar yaşadığımız ortak sorunlarımızdır. Karşı karşıya olduğumuz sorunlar etrafında bir araya gelmek, eylem yapmak söz ve eylem örgütlemek en doğal hakkımız ve bu hakkı kullanmak için AKP demokrasisinden icazet beklemeyeceğiz.
Emekçilerin özgür üniversitesi için mücadelede kararlı olacağız. Mağdur değiliz, taleplerimizi savunuyoruz ve haklıyız. Emekçi çocuklarına karşılıksız burs, harçların kaldırılması mücadelemizin temel şiarlarıdır. Kaynağı da gösterelim; tüm eğitim masrafları kapitalistlerden alınan ek vergilerle karşılansın. "Eğitimde fırsat eşitliği" safsatasına karşı emekçilere eğitimde önceliği savunan taraftır tarafımız. Tarafımız sermayenin ücretli kölelik düzeninin, kirli savaşın, kokuşmuş burjuva yaşam tarzının, soyguncuların, talancıların, burjuva eğitimin ve burjuva üniversitelerinin karşısındadır. Ne YÖK ne de herhangi bir kurum. Üniversiteleri, üniversitenin bileşenleri yönetsin.
Bandista’nın çağrısı:
Tüm bunlar yaşanırken AKP demokrasisinin peşine takılanlara en güzel yanıtı Bandista verdi. 11 Aralık 2010 Cumartesi günü gerçekleştirilen An Gelir – Ahmet Kaya – Onsuz On Yıl etkinliğine katılmayarak. ‘Üniversiteler bizimdir, bizimle özgürleşecek’ diyerek haykıran kardeşlerimizi dayaktan geçirenler ve kolluk kuvvetlerinin bu tavrını “eli sopalı gençle görüşmeyiz” beyanıyla destekleyenlerle aynı yerde bulunmayacağız. Şarkılarımız onların kanlı ellerini yıkamak için değildir açıklamasında bulunarak.
Bandista’nın tavrı hepimizin tercümanı olmuştur. Ne şarkılarımızı ne şiirlerimizi AKP’ye ve diğerlerine bırakmayacağız. AKP zihniyeti yeni ortaya çıkmamıştır. Bu adamlar o zaman da vardılar, bakandılar, valilerdi, bürokrattı, belediye başkanıydı ve çıkıp bir laf etmediler. Şimdi ise değişen Türkiye ve demokrasi nutukları atıyorlar. Engin Çeber ölmemiş gibi, 19 Aralık katliamının sorumluları yargılanmış, Kenan Evren’in adı okullardan silinmiş ve Erdal Eren’in adı yaşatılıyormuş gibi.
11 Aralık 2010 Cumartesi
Yarım Porsiyon Aydınlık
her zamanki köşenizde
her zamanki barınızın
önünüzünde viski ve havuç
ve bir eliniz çenenizde
kaşınız hafifçe yukarıda
bakışlarınız ne kadar bilgiç
hiçbir şey üretemeden
sadece eleştirirsiniz
sinemadan siz anlarsınız
tiyatrodan, müzikten
heykel, resim, edebiyat
sorulmalı sizden
ekmeğin fiyatını bilmezsiniz
ama ekonomik politika
karılarınızı döverken siz
ne kadar bilimselsiniz
bu yaz yine güneydeydiniz
bol rakı, güneş ve deniz
her şey bir harikaydı ancak
yerli halkı beğenmediniz
burda da orda da o aynı barlar
hep o aynı yarım porsiyon aydınlık
aynı çehreler, aynı laflar
vallahi hiç değişmemişsiniz
7 Aralık 2010 Salı
Cop Yalayıcıları...
Fotoğrafını gördüğünüz bu üç gazeteci müsveddesi, aslında insan müsveddesi, aynı gün yazdıkları yazılarla tıynetlerini bir kez daha ortaya koydular. Gündem, en demokratik hakkını kullanan öğrencilere polisin sille tokat saldırması, hastanelik edene kadar dövmesi, yerlerde sürüklemesi ve doğmamış bir bebeği annesinin karnında öldürmesi. Tüm bunları alt alta koyduğunuzda bile en hafif tabiriyle bir vahşet var ortada. Vandallık bu kadar aleni yapılınca burjuva basın da görmezden gelemedi olanları ve sahibini kızdırmak istemeyen bir edayla usul usul yazdı rezilliği.
Elbette birileri rahatsız olacaktı şanlı türk polisine böylesi insafsızca saldırılmasından. Ne de olsa polis görevini yapmıştı, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde toplumun güvenliğini tehlikeye atan teröristleri etkisiz hale getirmişti. Saldırıya uğrayan şanlı polisimizken, bölücüler yaptıkları haberlerle kolluk kuvvetlerimizi terörist ilan edecekti neredeyse. Birilerinin buna dur demesi gerekliydi ve bu üç cengaver, üç cop yalayıcısı, üç emir kulu, üç gazeteci ve insan müsveddesi görevi seve seve üstüne aldı.
Devrimci Radikal'in genel yayın yönetmeni teşkilattan küçük Eyüp hemen döşendi yazıyı. Polisimiz biraz abartmış olabilirdi ama asıl suçlu elbette öğrencilerdi. Yol kapatıp, arabalara saldırıp, camları indiren onlardı. Doğal olarak demokrasiyi suistimal etmiş ve polisin görevini yapmasına neden olmuşlardı. Eden bulurdu işte. Üstelik demokrasi baharı yaşadığımız şu günlerde, karakollarda insanlar çiçeklerle karşılanırken, işkencenin i'si bile kalmamışken artık bu olacak iş miydi? Fettullah Gülen kadrosundan dükkanın başına geçen sevgili Eyüp, şu işkencenin bittiği masalını bir de Engin Çeber'in ailesine anlatsana sen...
Devrimci Radikal'de ikinci yazıyı da Akif Beki attırıverdi. Öğrenciler oraya demokratik haklarını kullanmaya değil, Dolmabahçe'yi basmaya gelmişlerdi. Polisimiz gerekeni yapmasaydı toplantıyı basıp, ölüme bile neden olabilirlerdi. Ayrıca eylemleri zaten vandallık içeriyordu. Polisi tahrik etmek ve dayak yemek için gelmişlerdi oraya çünkü medyada yer bulmalarının tek yolu buydu. Kendi manyak mazoşist düşüncelerini öğrencilere yapıştırmaktan imtina etmeyen Beki'cik, hala Başbakanlığın fedaisi olduğunu düşünüyordu besbelli. Danışmanlık yaptığı o güzel günleri hasretle anıyor, daha fazla dayak diye çığlık atıyordu köşesinde.
Son yazı ise, kaleminden damlayan kanla ruh hastalığı kategorisinde birinciliği kimseye bırakmayacağını cümle aleme gösteren Mümtazer Türköne'den geldi. Mümtazer eylemci öğrencilere patolojik vaka, ruh hastası, marjinal dayak tutkunları olarak hitap ediyordu. Bu hastalıklı öğrenciler eylemlerden önce oturup konuşuyor ve en iyi dayak yeme tekniğini belirleyip polisin kendilerine saldırmasını sağlıyorlardı. Tek yol bu hastaları bir uzmana teslim etmek ve topluma zarar vermelerini engellemek için deli gömleğine sarmaktı. Nerden biliyordu peki Mümtazer bu yazdıklarını? Kendi kuşağında çok görmüştü de ordan. Elinde silah devrimci avlarken tanımıştı bunları, sokak aralarında insanları kurşunlayan politik hareketi sayesinde öğrenmişti hepsini, eline bulaşan kanları şimdi öğrencilerin üstüne sürerek aklanacağını düşünüyordu bu geçmişinden utanması gereken ruh hastası.
İşte bu adamlar 2010 yılının Türkiye demokrasisi göstergeleri. Hepsi iktidarla oldukça yakın ilişkiler kurmuş, bu ilişkileriyle toplumda düşünce adamı etiketine nail olmuş, memlekete demokrasi getiren AKP'nin kanaat önderleri. Bu adamlar için doğmamış bir bebeğin polis tekmeleriyle anne karnında öldürülmesinin bir sakıncası yok. İşkence edilmesinin, yerlerde sürüklenmenin, hapislere atılmanın, vurulmanın bir önemi yok. Bu adamlar işte memleketi burjuva demokrasisine geçiren taşları döşüyor. Uyanın artık, uyanın ve bakın etrafınıza. Okuldan atılan öğrencileri, sokaklara atılan işçileri, işkencede ölen Enginleri, anne karnında öldürülen yavruları görün ve bana memlekete demokrasi geldiğini anlatın bir kez daha yüzünüz kızarmadan.
6 Aralık 2010 Pazartesi
Doğmamış bebeği öldürmek
Bir yanda artık ülkenin ve üniversitelerin demokratikleştiğini iddia eden, AKP ve kuyrukçuları öte yanda onyıllardır kan kusturdukları Kürtlere, sosyalistlere, muhaliflere artık kendilerinin değil AKP ve yandaşlarının eziyet etmesini içlerine sindiremeyenler var. YÖK halen var, yine devrimci öğrencilere düşman, HSYK yine var, yargı yine muhaliflere kan kusturuyor, yine Kürt çocukları öldürülüyor, yine sosyalistler cezaevine atılıyor, yine öğrencilere ceza, soruşturma yağıyor. Kavga celladın kim olacağı kısaca.
Bu sene ise ayrı bir sertlikle başladı, üniversitelerden saldırı, soruşturma, ceza haberi gelmeyen gün geçmedi. Daha nereye kadar gidilebileceğini düşünürken, 2 gün önce şimdilik zirve geldi. Başbakan, İstanbul Valisi vs. demokrasi geldi diye konuşurken, dışarıda 4-5 farklı yerde sadece protesto haklarını kullanan sosyalistlere polisler biber gazları ve joplarla saldırıyordu. Polisler özellikle kasıklara tekme atıyordu.
Yere düşmüş bir kadın öğrenci hamileyim demesine rağmen özellikle tekmelerin hedefi oldu.
Bu vahşete karşı söylenenler, yazılanlar ise herkesin tıynetini ortaya koyuyor, iyi olmuş diyen faşist köpeklerle, çocuk gayrimeşru diyen yobazları zaten biliyorduk. Öğrencileri suçlayan AKP'yi de tanıyoruz, başörtüsünü serbest bıraktı diye dönek yalakalardan alkış alan Rektörleri de, Manisalı Çocuklar davasında Manisa Emniyet Müdürü olan İstanbul Eminyet müdürünü de. Ama kendilerini düşman gösterip her ne hikmetse tonla ortak özelliği olan iki farklı gruptan ise özde benzer ses geldi.
Birinci grup iktidar ellerindeyken şimdiki iktidardan farklı davranmayanlar, YÖK ellerindeyken kaç arkadaşımızın okuldan atıldığını, uğradığımız vahşi saldırıların hiçbirini unutmuyoruz, sizi affetmiyoruz.
İkinci grup ise kendilerinin özgürlükçü olduğuna iddia eden, ama ne hikmetse TSK dışında hiçbir hukuksuzluğa sesini çıkarmayanlar, bugün bunların en omurgasızlarından birisi "aklı sıra" şimdiki durumun iyi olduğunu göstermek için Mehmet Ağar dönemini hatırlattı. Kimse yokmuş sokaklarda dediğine göre, biz o dönemi hatırlıyoruz, arkadaşlarımız gözaltında kaybedilirken, her eyleme gittiğimizde işkence görmeyi gözönüne alıp gidiyorken, bunun gibiler korkudan yatağın altına saklanıyordu. Şimdiki gibi klavye delikanlılığı yapamıyordu internet olmadığından dolayı.
Tarih böyledir, zalimler de olacak, zalimlerin yalakaları da, ve elbette zulme direnenler de olacak. Bir müddet sonra bunun gibiler ya yeni iktidarlara yalakalık yapacak, ya da yine yatağının altına saklanacak. Sosyalistler ise hep olduğu gibi zulmün karşısında olacak.
4 Aralık 2010 Cumartesi
Buyrun Size Demokrasi
Geçen sene ve bu sene üniversitelerde yaşanan şiddetin, baskının, polis terörünün, uzaklaştırmaların, okuldan atmaların, cezaevine göndermelerin ardı arkası kesilmiyor. Her okulda öğrencilere saldıran özel güvenlikçiler, polisler ve faşistler zaman zaman boyalı burjuva basınında bile gündem oluyor hatta! Son olarak başbakanı protesto eden öğrencilere 15 ay hapis cezası verildikten sonra, bu görüşmeyi fırsat bilen öğrenciler de bugünkü toplantıda seslerini duyurmak istedi. Pankartları, dövizleri ve sloganlarıyla, burjuva demokrasisinin bile izin verdiği eylemlerine başladılar. Sonrası ise rezillik. Gözü dönmüş polisler, tekme ve tokatla saldırdı öğrencilere. Öyle bir dövdüler ki bir arkadaşımızı ağır yaraladılar. En demokratik hakkını kullanan bu insanlar, pek demokratik AKP ve başbakan sayesinde bir kez daha örgütlü teröre maruz kaldılar.
Daha önce de yazmıştık. Üniversitelerde devlet terörü artıyor. Ağzını açan, sesini çıkaran dövülüyor, ceza alıyor, vuruluyor. Bunların hepsi de, memlekete demokrasi getiren AKP'nin politikalarıyla uygulanıyor. Tüm bunlar yaşanırken AKP'nin kalemşörleri kendi "Taraf"larında başbakanı yalamaya devam ediyor, bazı "solcu" arkadaşlar da bu adamlarla kol kola demokrasi yürüyüşleri düzenliyor. Bugün yaşananlar bir istisna değil, bir rutin. Ama biz biliyoruz, tüm bu saldırılara, teröre rağmen susturamayacaklar, sesimizi kesemeyecekler. Onların demokrasi yalanlarına inanmıyoruz. Gerçek yüzlerini her gün görüyoruz ve bu gördüklerimizle midemiz bulansa da, öfkemiz her gün büyüyor.