26 Mayıs 2012 Cumartesi

Ünlü Olma Girişimim

96'dan 97'ye gireceğimiz yılbaşı. Annem baktığı çocuğun ailesiyle şehirdışına gitmiş 4-5 günlüğüne ben üniversite hazırlıkta 17 yaşında post ergenim, günlerim okul kantininde sigara dumanı altında dergi okumakla geçiyor, ekürim Ali Hakan sınavı kazanamamış dersane köşelerinde sürünüyor. Babası hacı olduğundan dolayı bizim ev her boş olduğunda bize geliyor, Ahmet Kaya, Ali Asker dinleyip içiyoruz. Ev Or-An şehrinde, annemin baktığı çocuğun ailesinin evi, gece bunlar gecikince onlarda kalıyor.

29 Aralık 1996, Ali Hakan bizde dana gibi içiyoruz, ertesi gün buluşacağımız sınıf arkadaşlarının dedikodusunu yapıyoruz, ben aşık olduğum kızı aylar sonra yeniden görmenin heyecenını yaşıyorum. Ali Hakan, oğlum ODTÜ'desin bulsana oradan diyor, zaten aşık olduğum kızı da kıskanırdı, "ütü masası" derdi arkasından memelerinin küçüklüğüne gönderme yaparak.

30 Aralık 1996; buluştuk ben Ali Hakan, aşık olduğum kız, O'nun ekürisi, Kurtuluş (bizim lise ekibinden), bunlar hep İstanbul'u kazanıp oraya gittilerdi, bir de Kurtuluş'un okuldan iki arkadaşı, teki adaşım O'nun adı da Tufan. Bu adaşım olacak karaktersiz de benim hatundan hoşlanıyormuş. Benim hatun dediğime bakmayın, ta 1994'den beri birisiyle beraber, zaten O'nunla da evlendi, şimdi İngiltere'deler Tayfun ile, adımı karıştırıp Tufan yerine Tayfun diyenler size ettiğim küfürler buradan İngiltere'ye yol olur. Yaşımız tutmadığı için Kızılay'da komünist bina içinde bir lokaldeyiz (Komünist bina Ziya Gökalp üzerindeydi, ÖDP, PSAKD, TSİP, Eğitim Sen ve birkaç büro daha var, 19 Aralık süresinde tutsak yakınlarının açlık grevi yaptığı, ondan dolayı önce faşistlerin kuşattığı sonra çeviğin girip içeridekileri döverek gözaltına aldığı bina, bir arkadaşım 4 kat merdiveni 1 saatte polis kordonunda dayak yiyerek inmişti, halen merdiven fobisi var).

Biz bir gece önceden kalmayız, içki içemiyoruz, ben Kurtuluş'a ayar olmuşum zaten, ne demek aşık olduğum kızdan hoşlanan birisini ortama getirmek. Aşık olduğum kız, bir bira söylüyor, O'nu sarhoş etmek için yeter de artar bile. Biradan bir yudum alıyor, tüyleri ürperiyor, benim de, aşk böyle birşey sanırım, O'nun fizyolojik hissettiğini, psikolojik hissetmek. Biranın yarısına gelmeden sarhoş oldu, ağlıyor seni çok üzdüm diye, ben poz kesiyorum yok önemli değil diyorum. Götüm kalktı hemen bir kadın benim için ağlayınca, erken çıkıyoruz Hakanla.

31 Aralık 1996; yılbaşı bizim evde kutlanacak, herkes içkisini getirecek, ben Ali Hakan, Ablamın sevgilisi (ki 16 yıllık eniştem kendisi hali hazırda) ve ablamın 4 kız arkadaşı. Bunlar çalışıyor, biz Ali ile ne yapacağız kara kara düşünürkeni Olgunlar Sokak işportacılarından Serkan ve Zafer ile 70'lik rakısına Amerikan Bilardo oynama kararı alıyoruz. 5 olan kazanacak. Başlıyoruz, ama götümüz nasıl tutuştuysa rahat yeniyoruz, hatta Ali Hakan bir oyunda açılıştan sonra onlara sıra gelmeden oyunu bitiriyor. Rakımızı alıp eve doğru gidiyoruz. Evde envayi çeşit meze var. Hakan'a girmeden kızlara bulaşma sakın diyorum, beni tanımıyor musun diyor, tanıyorum o yüzden uyarıyorum ya. Bir gün öncesinin acısıyla hızlı hızlı içip sarhoş oluyorum. TV'de "Bir Demet Tiyatro" özel programı, telefon çalıyor, koşup telefonu açıyorum. Ses yok, Laz Bakkal'ı aramışlar bizim evi bile değil. İçmeye devam, Ali inceden kızlara yavşamaya başladı. Sonra ablam Tufan telefon diyor, gidiyorum. O aramış, alo deyince ağlamaya başlıyorum. Kaç dakika zırladım bilmiyorum, sonra Ali aldı telefonu sarhoş bu boşver dediğini anladım.

Üzerimde annemin baktığı çocuğun ailesinin verdiği röptaşambırın altı var, üzerimde askılı atlet, Ali'de ise benim sümerbank pijamam, zayıf olduğundan düşüp duruyor bu çekiştiriyor hiç durmadan, ayaklarımızda topuklu kadın terlikleri, eniştem de sarhoş olmuş, fotoğraf makinesinin 36'lık filmini çıkarmış ışığa tutuyor nasıl çıkmışız diye, O'nun yüzünden o gecenin fotoğrafları yok. Ali en son ablamın adı Gülay olan arkadaşına "Gönül ben Tufan'ın odasındayım, istiyorsal gel" diye bağırınca Ablam ikimizi de kapıya attı. pijama altı, topuklu terlik ve kısa kollu atletlerle apartmanın önünde oturuyoruz. Ali benim bir arkadaş var O'na gidelim diyor ama adresi bilmiyor. O sıra bizim "yabancı" olmayan kapıcı Hanefi (Hanife miydi yoksa? ) geldi, çocuklar ne oturuyorsunuz burada benim bacanağın kamyonet bende onunla dolaşalım diyor. Mermer merdivende oturmaktan iyi o soğukta biniyoruz.

ISUZU kamyonete bindik, bizim kapıcının kafa da güzel. Sikerim böyle hayatı diyor, o zaman cinsiyetçi küfür nedir bilmediğimizden hoşumuza gidiyor, "işte sınıf kini" diyoruz. Bak kamyon milletvekilinin arabaya meşhur oldu diyor. Bizim neyimiz eksik? Eksiğimiz yok fazlamız var, 3 tane gerizekalı gecenin bir yarısı sarhoş halde kamyonetteyiz. Ev milletvekili lojmanlarına yakın, biz de vuralım meşhur olalım diyor kapıcı. Tama diyoruz, milletvekili lojmanlarına gidiyoruz. Yolda zikzaklar çizerek tam 4 kez lojmanların ana kapısının önünde araba arıyoruz bir saat boyunca, bulamadık. O sırada bira bitince eve döndük. Ünlü olma hayalim böyle bitti.

Eve gittik ablam gidin yengemi otelden alın diyor. Yengem dayımın karısı, dayım annemin çocuğunu baktığı ailenin şoförü O da onlarla gitmiş, yengem büyük olarak başımızda, Ali ile otele gidiyoruz. Topuklu terlikler, tekimizde röptaşambır ötekinde sümerbank pijama ve atletlerimizle, Bindiğimiz taksi parayı peşin istiyor halimizi görünce, otele gidiyoruz benim akrabalar falan da var orada, azıcık yüzüme bakan herkesi akrabam sanıp öpüyorum. Yengemi alıp dönüyoruz. Eve gelince Ali ablama Gönül'ü soruyor, ablam gidin yatın lan gerizekalılar diye bağırdı. Benim odamda tek kişilik yatağımda Ali ile yatıyorum. Radyoda Ahmet Kaya çalıyor.

Sabah kalıp gibi yattığımız şekilde kalktık, radyo halen çalıyor, Ali Asker "ben hep 17 yaşındayım" diyor, ben amk 18 yaşına gelsek de barlar bizi alsa diyorum. Ablama çay soruyorum, çay yok evi toplayacağız hadi gidin artık diyor. Çıkarken Ali yanıma geliyor, dolapta iki bira kalmış onları aldım çivi çiviyi söker diyor. Biraları açıp otobüs durağına gidiyoruz.


15 Mayıs 2012 Salı

ÜLKEMİZDE DEFİNECİLİK

qewsik nickiyle bilinen arkadaşımız sen ne politika kasıyorsun lan, geyik adamsın normalde, blogunda da geyik yaz dediği için eski bir entrymi modifiye edip yayınlıyorum. (Not: bu sözün üzerine gaza gelip blogun gerçekte sahibi olan antidoto'ya darbe yapıp silmeye çalışırken kendimi sildim, antidoto yine insanlık yapıp beni geri kabul etti bloga ARO ondan) (sözlük entrysi olduğu için imla, noktalama işaretleri hataları olabilir affola)


Askerde ben de define aradım. Öncesine gidersek, Irak Savaşı nedeniyle askerlik 12 aya çıkacak, çıkmadan 8 ay gidip geleyim deyip askere gittim. 289. kısa dönem olarak, gerçekten de 8 ay yaptım, bizden sonrakiler ise 6 ay olarak yaptı. acemi birliği olarak mardin kızıltepe jandarma komando taburuna gittim, oradan da hayatımda yaptırabildiğim tek torpille yeşilli ilçesine geçtim. bu arada da turizm jandarması olmak için diyarbakırda o bölgedeki bütün illerdeki kısa dönem jandarmalarla beraber yabancı dil sınavına girdim. mardinin bütün ilçelerinden alayda topladılar bizi. iki gece mardin jandarma alay komutanlığında yemekhanede gece tezkereciler porno izlerken yemek masasında yattım, geceleri sevişme sesleriyle uyandıktan veya birader filmi izleyemiyoruz horlama sesinden diyen yavşaklarla tartıştıktan sonra, 14 kişilik jandarma minibüsüyle 25 kişi diyarbakıra gittim ve sınavı kazandım (sanki kazandığımız sınava baksana). 


49 gün süren bir sürü rezillikten sonra mersin'in erdemli ilçesine gittim. şubat ayında mersin'de turist olmaz, verirler gri elbiseyi, mp5'i şekil yaparım diye düşünürken, bölük komutanının beni disiplinsiz bulması ile yeşil kamuflaj ve g3 ile bir köy karakoluna gönderildim. karakola 2 kasaba, 7 köy bağlı ama çok sayıda tatil sitesi vardı, antepliler sitesi, adanalılar sitesi, konyalılar sitesi, hataylılar şeklinde. karakola bağlı mıntıka içinde tek ingilizce bilenin benim olmam çok büyük ihtimal. turist de vardı elbette, hemen hepsi arap. onbaşı rütbemi de bölük komutanının geri alması ile karakol eri olarak kaldım. yalnız allah var karakolun tarihindeki tek kısa dönem olmam nedeniyle, rütbelilerle aram iyiydi. 1 başçavuş, 1 üstçavuş ve 2 uzman çavuştu zaten rütbeliler. günde ortalama 6-8 saat nöbet tutarak günlerimi değerlendirirken (rekorum 12 saat) karakol komutanı görev var tufan yanına bir kişi al git deyince sevinerek birisini buldum görevin ne olduğunu bilmeden. 


görev izinli define kazısı yapacak bir ekibe refakat etmekmiş. ön bilgileri bu kadar tutarak konuya giriyorum. izinli kazı yapmanın bazı kuralları varmış, izinleri aldıktan sonra kazı esnasında kültür bakanlığı, maliye bakanlığı ve içişleri bakanlığının temsilcileri gerekiyormuş. bizim kazı ekibinde de maliyeden bir memur, kültür bakanlığından iki arkeolog ve içişleri bakanlığından iki jandarma er vardı (jandarma er tek başına görev yapamaz, minimum iki kişi gerekli). şimdi define bilgilerine geçeyim: aranan miktar: 3,5 ton altın (bulununca yarısı devlete, yarısı definecilere kalıyor) 
menşei: 1800'lerin sonunda ermenilerin soyduğu rivayet edilen osmanlı hazinesi 
gömenler: 7 ermeni papaz ve 70 ermeni eşkiya.bizim definecinin anlattığına göre gömdükten sonra ermeni papazlardan teki kalan herkesi öldürüp gömmüş, nasıl tek başına gömdüyse artık 76 kişiyi) lokasyon: toros dağlarının arasında derin bir vadide, eşek deresinin dibi. ulaşım acaip zor, zaten yolun bir kısmını define arayanlar yapıyor başka türlü ulaşmak mümkün değil zaten, yarım saat kadar asfalt yolda gittikten sonra köy yoluna sapılıyor sonra 20 dakika oradan bizim kafadarların açtığı yolda (yol dediğime bakmayın, bunların dışında girmeye cesaret edebilen kimse yok) 20 dakika ilerledikten sonra ulaşılıyor kazı alanına. kazı yaptığımız yerin karşısında 11. yy'dan kalma bir şapel var, kazdığımız yerde üzerinde haç işareti olan kocaman bir kayanın dibi. biz böyle zor ulaşırken defineyi gömenler deve kervanıyla nasıl gelmiş buraya o da sorgulanmıyor zaten. senelerdir böyle bir söylenti varmış zaten. 
kazı ekibi: 
tayfun abi: esas defineci. artvinli maden mühendisi, adam define nedeniyle kafayı yemiş, türkiye'de kazmadığı yer kalmamış, didim, artvin, yozgat vs. karısı da kovalamış bunu daha akıllanmamış. birşey buldun mu abi yanıtı, kazdığım yerin 10 metre yakınında çıktı diyor. ama birgün mutlaka bulacağına inanıyor. 
hüseyin abi: kazı yapılan bölgenin zenginlerinden, müteahhit, 2 karısı var. çok hoş sohbet adam. kazının sponsoru kendisi. küçükken komşu alevi köyüne gitmesi durumunda alevilerin kendisini yiyeceğini söylemiş ailesi, gülerek anlatıyor. 
köylü (adını hatırlayamadım şimdi): 3. ortak, tam nefret edilecek köylü prototipi, çıkarcı, patavatsız, köylü kurnazı. neden dahildi bu mevzuya tam bilmiyorum, kazı yapılan alan bunun mülkiyetinde olabilir. ikincil insanlar: 
hüseyin abinin ikinci karısı: birinciyi göremedik haliyle, acaip dominant bir kadın, sağolsun ben ne istesem yapardı ama bana dahi hüseyin abinin ilk karısını çekiştirmesi kendisinden nefret ettirdi. 
kimya mühendisi: tayfun abinin kankası, abd'ye kekik yağı satıyorum diyordu. kekik falan arıyordu kazı alanının etrafında, hüseyin abinin karısı bunun cenabet olduğuna kanaat getirip, ondan dolayı definenin gelmediğini iddia edince bir daha gelemedi kazıya. 
köylünün karısı: ilk gün kesilen keçiyi pişirdi, görevi bize yemek yapmak ve hüseyin abinin karısını onaylamaktı. güzel sıkma yapıyordu, ellerine sağlık diyeyim. 
hüseyin abinin yiğeni: kadıncağız 1-2 gün gelebildi. hüseyin abinin karısı kovaladı sonra. 
kepçe operatörü: hüseyin abinin eleman. öküz gibi kaslı bir adam. sağolsun beni kepçeye bindirdi. çocukluk hayallerimden birisini gerçekleştirdi böylece. 
maliye memuru: şahane hoş sohbet bir adamdı, yolda telefonunu verirdi istediğin yeri ara diye, kazı alanında çekmiyordu telefonlar. bana halen bir rakı borcu var. tezkere alınca yanına gidecektim. tezkereyi alınca koşarak eve döndüğüm için gitmedim. 
devlet görevlileri: toplam 5 kişi, hepsinin günlük 20 lira yevmiyesi var. bizim payımıza düşen 40 lirayı ben alıp karakol komutanına veriyordum. 2 sefer bana bıraktılar, pepsi ve cips aldım tüm karakola (akdenizde pepsi daha çok içiliyor) 
arkeolog 1: şahane bir ablaydı, çok hoş sohbet. yalnız köylü amca yüzüne karşı yampiri deyince 3 gün boyunca dellendi. 
arkeolog 2: iğrenç bir kadın, kocası doktormuş, kendini beğenmişin biriydi. birgün ben uyurken diğer jandarma arkadaş da (ardahanlı dana osman) eşek deresine yüzmeye girmiş, o sırada köylüler gelince, siz buranın güvenliğini sağlamalısınız diye bir ton tantana etti. 
siempretufan: sabah karakolda kahvaltı yapıp sonra define alanında bolca sıkma yeyip yatıyordu, uyanıp öğle yemeği yedikten sonra biraz sohbet falan edip 5 çayını içip karakola dönüyor, orada da akşam yemeği yeyip, 22:00-24:00 nöbetini tutup birşeyler yeyip uyuyordu. askerliği bitip eve döndüğünde hiç bir pantolonu kendisine olmadı. 5 ay mersinde kaldığı sürede 13 kilo almıştı. 
jandarma 2: artık kim denk gelirse, ali, osman, reşat vs.
cinci hoca: defineye ulaşılamayınca, davete icabet edip geldi. define bulunmamasının sebebi olarak arkeolog 2'nin regl dönemi olmasını gösterince kadından yediği fırça sonrası bir daha gözükmedi. meraklı köylüler: geldikçe kovalandılar. 
sincap: hergün yol üzerinde aynı yerde görüyordum, şahane güzel bir hayvan. 
yaban keçisi: amk hayvanı nasıl çıkıyorsun lan o kayalıklara. 
yılan: birgün uyanınca yanımda gördüm çok korktum. ama siyah yılanlar zehirsizmiş, kırmızı yılanı da birkez gördüm, onda da üzerinden geçmiş bir araba ölüydü. 
arabada sevişen gençler: bir kazı sonrası dönerken sapa bir yolda titreşen bir araba görünce jandarma olmam nedeniyle durdurup aracımızı içine baktım. kız yüzünü sakladı, oğlan korktu. kolay gelsin dedim yolumuza devam ettik. 
netice: 2 ay sürdü kazı, 13 metre kadar derine indik. bahar dönemi olması nedeniyle yağan yağmurlar suyla doldurdu çukuru geri temizlediler vs. neticede bulduğumuz benim keçi kemiği diye düşündüğüm fakat diğerleinin hazineyi gömen eşkiyaların tekinin kemiği dediği kemik parçası ve paslı bir kazma kalıntısı. bunu ben bunlardan önceki define araynlardan birisinin olduğunu düşünürken, diğerleri gömenlerin alet edevatına saydı. hüseyin abi 40 milyar masraf yaptığını söylüyordu (2003 yılında) ayrıca kepçesinin hergün define yerinde olmasından dolayı kaybettiği para hariç. tayfun abi kazıyordur yine bir yerleri şimdi.

13 Mayıs 2012 Pazar

Araf’ta bir kuşak - 90’larda Devrimci Olmak


Aklımızdan çıkarmamamız gereken, devrimciler için gerekli olanın ne kahramanlık hikâyeleri, ne de mağdur edebiyatı olduğudur. Bilinçli politik bir mücadele hattıyla yeni bir muhalefet yaratmak her şeyden önce bizim ellerimizde.

"Beni umutsuz koma
tarihle avutma beni
çünki aşkla sınanmışım sana
sana yangınla, suyla, ateşle
ölümle, yaprakla, şiirle sınanmışım
ey yaşarken kanayan acı
şimşekli gök, tufan, kan fırtınası
uçurum kıyısında hızla büyüyen ot
yapraksız bir ölümün anısı için
körpecik kuzuların derisi için
beni tarihle avutma
umutsuz koma beni

Akıtsam deliren sevdamı
köpürür mü hayatı besleyen su
ey benim
yedi başlı kartalım
her başını
bir dağ başlangıcında koyanım
senin
böyle diri bir akarsu gibi kıvrılan gövdendir
bizim aşkımızı solduranların korkusu
çünki elbette bir su
kendi akacağı toprağın sertliğini bilir
ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak
artık ırmak mı ne denir
işte devrim
ona benzer bir akışın hızına denir
yarın ne olur bilirim ben
bahar gelir, otlar büyür
ölüm de yapraklanır
bir dağ bulur uzun uzun bakarım
bir çam ağacı gölgesi
güzel kokular veren
bir damla güneş görünce
sana da gülümseyeceğim yarın
"
Arkadaş Z. Özger
Aşk ve Devrim filmi dolayısıyla, yine bir 90’lar tartışması yaşandı, son zamanlarda artan baskılar dolayısıyla sürekli tartışılan 90’lar sürecine sol içerisinden bir bakış/eleştiri yapıldı. Kendi adıma sanatsal olarak filmi eleştirebilecek yetkinliğe sahip değilim. Elbette ki iyi niyetinden şüphe etmediğim, fakat kısacık sürede hemen her konuya değinme çabası, didaktik sahneleri nedeniyle filmi bir türlü hissedemedim, örneğin hemen hemen aynı kuşağı Kürt gençleri üzerinden işleyen Bahoz’daki sıcaklığı/gerçekliği hissetmedim. Yine de filme emeği geçen herkese teşekkür ediyorum, çok ağır bedeller ödemiş bir kuşağı hatırlattıkları için.

Türkiye’de belirgin bir kitleselliğe ulaşabilmiş 3 kuşaktan bahsedilebilir, 68, 78 ve 93 (88-96) kuşağı. Çok kaba olarak bunlardan ilki dünyadaki büyük gençlik-işçi hareketlerinin yansıması olarak, ikincisi ise faşist sokak terörüne karşı yükselen bir hareket olarak değerlendirilebilir. 90’lar ise ülkedeki boğucu siyasi havaya karşı akıldan çok inanılmaz bir cesaretin ön planda olduğu bir meydan okuma. 68 kuşağı çok kısa bir sürede hem teorik hem de pratik anlamda çok şeyler kattılar mücadele pratiğine. Çok kısa bir sürede (3-4 yıl) neredeyse sıfır noktasından, çok az politik kaynakla başladıkları yolculukları, hem devlet, hem şimdinin demokrat görünümlü İslamcıları, hem de faşistler tarafından çok ağır saldırıya uğradığı için teoriden ziyade mücadeleye yönelmek zorunda kaldı. Buna rağmen, yine de kendilerinden sonraki kuşakları etkileyebilecek/yönlendirebilecek bir siyasi miras bıraktılar. Bu miras elbette liberal zevzeklerin akılları sıra küçümsemek için söyledikleri gibi, yola ilk çıktıklarında yaptıkları değil, süreç içinde ulaştıkları duruşları ve cesaretleridir. 70’ler ise çok daha kitlesel, devrimcilerin sadece okullarda değil, mahallelerde, fabrikalarda baskın politik güç olduğu zamanlardır. 1974 genel affından sonra nicelik ve nitelik açısından güçlenen, 78 kuşağının özgünlüğü, belki de dünya tarihinde ilk kez faşist sokak terörüne karşı tepki olarak (özellikle direniş komiteleri aracılığıyla) savunma amaçlı başlayan ve faşist hareketi yenilgiye uğratabilen bir kuşak olmasıdır. Savunmadan çıkıp karşı saldırıya geçtiğinden kısa bir süre sonra gelen 12 Eylül diktatörlüğüne güçlü bir direniş gösterememesi ise bu kuşağın en büyük eksikliğidir. Bunun sebebi, geniş halk kitlelerinin devrimcileri faşist teröre karşı kendilerinin savunucusu olarak görüp desteklerlerken, 12 Eylül darbesinin sivil faşistleri sokaktan çekmesi de olabilir. Bunda ideolojik olarak yoksul kitleler yerine orta sınıfların daha belirleyici olması da belirleyicidir. Bu sınıfların sivil faşist hareket yerine devrimcileri tercih etmeleri anlaşılırdır. Çünkü kontrolleri sermayenin elinde olsa da bu gücün sokak kısmını ideolojik olarak çok gerici ve maalesef yoksul kitleler oluştururken, devrimciler daha ilerici ve içlerinde orta sınıflardan da (aydınlar, öğrenciler, meslek mensupları vs.) ciddi sayıda kişi içerilmesidir. Fakat aynı sınıflar kapitalizmi restore eden askeri diktatörlüğü, süreç içinde devrimi uzak bir ihtimal olmaktan çıkartıp ciddi bir olasılık haline gelen devrimci harekete sınıfsal içgüdüleriyle tercih ederken hiç tereddüt etmediler. (Not: Bu elbette ki yenilginin sebeplerinden sadece bir tanesidir.)

12 Eylül sonrası en önemlisi Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi olmak üzere çeşitli, orta vadede başarısızlıkla sonuçlanan girişimlerden sonra, kitlesel olarak ilk ortaya çıkış 1987 bahar eylemleri oldu. Yollardan sonra, yıllardan sonra, şarkılar söyleyen çocuklara, “rehine liberallerimizin” ülkeye özgürlük getiren yapı olarak zikrettikleri ANAP iktidarının cevabı, geniş çaplı polis ve tutuklama terörü ile yanıt vermek oldu. 1988’de ise Tuzla katliamıyla kanla dolu ülke tarihinde yeni bir süreç başlatıldı. Gözaltında kayıplar, yerinde infazlar, faili meçhullerle yüzlerce devrimci genç katledildi (önemli not: Kürt hareketinin dinamikleri farklı olduğundan bu yazıda hiç bahsedilmemektedir, aynı yıllarda binlerce Kürt de benzer şekilde katledilmiştir). 90’ları kabaca 3’e ayırmak gerekirse, 1988-1993, 1993-1996 ve 1996-2000 olarak ayırabiliriz. 88-93 arasında militan mücadelenin ön planda olduğu, devletin ise en sert şekilde yanıt verdiği, “polisiye” vaka olmaktan çekinmeyen, aksine bununla övünen yapıların belirleyici olduğu bir süreç olarak geçti. 1991 tahliyelerinden sonra yeniden toparlanma çalışmaları ve 1993’de Kürt illerinde köylerin yakılmasının/boşaltılmasının başlaması ile batıya göçün artması ile kitleşelleşen sokak muhalefeti üzerinde daha önceki baskılara ilaveten kitle katliamları ve girişimleri geldi (1995 Gazi katliamı, 1 Mayıs 1996 İstanbul, yine bu yaklaşım Kürt hareketine yaklaşımla benzerdir, Cizre, Lice, Nusaybin katliamları vs.). 1996’da sokak hareketi zirve yaptıktan sonra (DTCF işgali, 96 1 Mayıs’ı vs.) hızlı bir geri çekilme başladı. Devlet yıllar boyunca “Hayata Dönüş” katliamına hazırlık yaparken, cezaevlerini katliamlarla zayıf düşürmeye çalışırken, (Ümraniye, Buca, Ulucanlar katliamları, buna karşı direnç gösterilen 96 ölüm oruçları) dışarının stabilize edilmesi amacıyla büyük tutuklamalar yaşandı. İşkencede ifade vermeyenlerin örgütsel tavır gösterdiği gerekçesiyle tutuklandığı ve onlarca yıl ceza aldığı yıllardan günümüze baskı anlamında sadece “28 Şubat” sürecinin gösterilmesi ve bazı aklı evvellerin o süreçte polis ve yargının solcuların elinde olduğu hikâyelerine rağmen, o yıllar devrimci hareketin tasfiye edilmesi devletin en önemli politikalarından birisiydi. Bu yıllarda sürekli savunmada kalan devrimci harekete hayata dönüş süreci ile son darbe indirildikten sonra ortalık “demokratikleşme” yalanlarına müsait duruma gelmişti. 90‘lar boyunca öldürülen, işkence gören, tutuklanan/hapis cezası alan sosyalist sayısı 12 Mart döneminden çok daha fazla olmasına rağmen, o yıllarda dahi dikkate alınmamasının sebebi, steril orta sınıfı etkilemeden, yüksek oranda yoksul çocuklarının belirleyici olmalarıdır.

2000’li yılların ilk onyılından sonra sokak muhalefeti yeniden kıpırdanırken, iktidar yeni bir taktikle yaklaşmaya başladı, var olan muhalefeti komplolarla kriminalize etmeye ve polisiye vaka haline getirmeye çalışıyorlar. Yargıdaki yapılanmalar sayesinde, çok kolayca tutukluluk kararı aldırıp, duruşmaya çıkarmadan insanlar aylarca cezaevinde tutulabiliyor. 1990’larda duruşmaya çıkmadan tutuklu kalma süresi en fazla 2 ay kadarken şimdi bir yıla kadar uzuyor, ve neredeyse en hızlı 6 ayda çıkılabiliyor ilk duruşmaya. İktidara gönüllü rehine olmuş çevreler ise bu durum dile getirildiğinde, 12 Eylül ve doksanlardan bahsediyor. Sanki 12 Eylül’de ve doksanlarda kendileri sırasıyla asker ve polisi alkışlamamışlar gibi, kendilerine göre yeniden yazdıkları tarihe kendileri de inanarak anlatıyorlar. Cezaevleri sosyalist ve Kürt öğrenciler, gençler, gazeteciler, avukatlar, seçilmişlerle tıka basa doluyken, iktidarın demokratlığını iddia eden bu çevreleri, teşhir ve tecrit etmek birincil görevlerimizden bir tanesidir. Önümüzde zor bir süreç duruyor, bir yandan birleşik bir mücadele hattı örgütleyip, öte yandan bu muhalefetin iktidar tarafından “yasadışı” hale getirilmesini engellemek. Bunu sağlıklı yapabilmek için tüm mücadele tarihini yanlışıyla/doğrusuyla kabul edip, hatalarıyla hesaplaşmamız gerekiyor. Aklımızdan çıkarmamamız gereken, devrimciler için gerekli olanın ne kahramanlık hikâyeleri, ne de mağdur edebiyatı olduğudur. Bilinçli politik bir mücadele hattıyla yeni bir muhalefet yaratmak her şeyden önce bizim ellerimizde.

"Şiirler doğacak kıvamda yine
duygular yeniden yağacak kıvamda.
ve yürek,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
"
Adnan Yücel

Vahşetleri Korkularındandır


“Zihnin iktidar için hayat yüzeyi olması; fikirlerin denetimi yoluyla bedenlerin tabi kılınması” diye yazar Foucault “Hapishane’nin Doğuşu” isimli kitabında.

İktidar kontrol edemediği bireyleri, bedenleri üstünde hakimiyet kurarak ve bedenlerini hapsederek kontrol altına alır. Hapishaneler iktidarın “ideal” forma getiremediği ve sözünü dinletemediği kişilerin, bedenleri üstünden “ıslah” adı altında kontrol altına alındığı yerlerdir; gerek adi suçlar gerekse fikir/eylem suçları için. Bu bağlamda politik suçluların özel bir yerde olduğunu kabul etmek gerekir. Muktedirlerin kendileri için en büyük tehlike olarak gördükleri örgütlü gruplar, burjuva iktidarları için sosyalistler, örgütlü azınlıklar, daha genel bir tabirle politik muhaliflerdir. Cezaevleri bu grupların ıslah edilmesi, zulüm görmeleri ve iktidar için gerektiği zaman kolayca imha edilmesi için en uygun aygıtlardır. Fakat ıslahları diğer “suçlulara” göre daha zordur. Çünkü sadece bir beden ıslahı değil, bir zihin ıslahı da gerekmektedir. Bundan dolayı cezaevlerinde en büyük baskıların bu gruplara yönelik olması burjuva demokrasileri için münferit olaylar kategorisinde değildir. Şimdi bize örnek demokrasiler olarak gösterilen Batı Avrupa ülkelerinin kendilerini tehlikede hissettikleri zaman nasıl tepki verdiklerini görmek için İngiltere’de IRA ve INLA militanlarına yaptıkları, Almanya’nın ise RAF militanlarını hücrelerinde infaz ettiklerini hatırlamak yeterli.

Elbette bu durum Türkiye için de geçerli, neredeyse kurulduğu günden bu yana cezaevlerinde devrimci-komünist tutsaklar hiç eksik olmadı. 12 Mart dönemi ve 12 Eylül öncesindeki süreçte de cezaevleri iktidarın baskılarının en yoğun hissedildiği yerlerdi. Fakat esas olarak cezaevlerinin işkence merkezlerine dönmesi 12 Eylül darbesi iledir. İktidar her zaman yaptığı gibi dışarıya saldırmadan önce cezaevlerine saldırdı, 12 Eylül İstanbul Davutpaşa, Ankara Mamak ve Diyarbakır cezaevlerine Ağustos ayında geldi. 12 Eylül sonrasında başta Diyarbakır, Mamak ve Metris olmak üzere cezaevlerinde yapılanlar ise bilinmekte, fakat 12 Eylülle hesaplaştığını söyleyenler tarafından henüz hiçbir şey yapılmamakta, örneğin 12 Eylül dönemi kafes uygulaması, tabutlukların ve çok yoğun işkencelerin yaşandığı Mamak cezaevi Albayı Raci Tetik halen yargılanmadı ve serbest.

"İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur" [Deleuze]

Beden sadece iktidarın bireyi kontrol aracı olarak kullanılmadı tabi. Bir direniş aracı olarak bedenin önemi mutlaka incelenmesi gerekir. İktidar beden üstündeki hakimiyetini bedeni kapatarak kurdukça ve zapt altına almaya çalıştıkça, iktidara karşı “bedenimin sahibi sen değilsin. bedenim benimdir” direnişleri de gösterilmiştir.  12 Eylül sonrasından 2000 yılına kadar cezaevleri bu tür direnişlere sahne oldu;  84 ölüm oruçları, Diyarbakır Cezaevinde dörtlerin kendilerini yakması, 96 ölüm Oruçları, onlarca devrimcinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan Ümraniye, Buca, Diyarbakır ve Ulucanlar Cezaevi katliamları. Bütün bu katliamları yaparken sürekli kontrolleri altında tuttukları medya (cezaevlerinde olmayan isyanlar ve cezaevlerinin örgütlerin kontrolünde olduklarına dair haberler) ve diyanet ile ( ölüm oruçlarının günah olduğuna dair açıklamalar) bunu meşrulaştırdılar. F tipi cezaevlerinden önce gücünü denemek isteyen iktidarın yaptığı Ulucanlar katliamı sonrası atılan gazete manşetleri medyanın halini gözler önüne sermekteydi “Cezaevi Cephanelik” (28 Eylül 1999, Sabah), “Cezaevi Değil, Örgütevleri” (28 Eylül 1999, Milliyet), “Beş Dakika Önce çekilen fotoğraf” (28 Eylül 1999, Hürriyet), “Pusu Kurup Ateş Açtılar” (28 Eylül 1999, Milliyet),“Ordu: Onlar siyasi değil, terörist” (30 Eylül 1999, Milliyet).  Hürriyet Gazetesinin büyük bir yüzsüzlükle 5 dakika önce çekilen fotoğraf diye yayınladığı fotoğraf, başka bir cezaevinde 5 yıl önce çekilmiş bir fotoğraftı. Yargı ise her katliam sonrası katillere ceza vermez veya çok komik ceza verirken, katliamdan sağ kurtulanlara ise ceza yağdırıyordu. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1999/09/28/hurriyet.asp

1988 Tuzla katliamı ile başlayan, binlerce faili meçhul, yargısız infaz, işkencede ölüm, onlarca katliam ile devam eden sürece son noktayı koymak için F tipi cezaevleri gündeme geldiğinde sosyalist/devrimci çevreler dışında kimse karşı çıkmadı ve/veya destekledi. Hem şimdi mazlum rolü oynayanlar hem de şimdi demokrat olduğunu iddia edenler cezaevlerinin terör merkezleri olduğunu, F tiplerinin ise ne kadar güzel yerler olduklarını tekrarlayarak devrimcilere karşı kamuoyu oluşturuyordu. Tutsak yakınları ise cezaevi dışında demokratik kitle örgütleri ve sosyalist partilerle/çevrelerle yürüttükleri kampanyalarla F tiplerini teşhir ediyorlardı.  11 Aralık 2000 tarihinde İstanbul’da 2 çevik kuvvet polisi öldürüldü (eylemi planlayan kişinin sonra itirafçı olduğunu hatırlatayım). Ertesi gün Ankara’daki F tipi karşıtı eyleme önce çevik kuvvet saldırdı, göstericiler geri çekildikten sonra polis Güvenpark’a gidip İstiklal Marşı okumaya başladı, sayısı yüzleri bulan faşist bir grup ellerinde sopalarla tutuklu/hükümlü yakınlarının bulunduğu ÖDP il başkanlığının da bulunduğu binaya girmeye çalıştı, devrimcilerin müdahale etmesiyle saatlerce çatışmadan sonra binaya girmeleri engellendi. Faşist grup tamamen dağıtıldıktan sonra saatlerdir Güvenpark’ta olan çevik kuvvet binaya girdi, ÖDP ve diğer sosyalist bürolardaki kişiler çok ağır dövülerek gözaltına alındı.

Dışarısı tamamen terörize edildikten sonra cezaevlerine operasyon için herhangi bir engel kalmamıştı, cezaevlerinin örgüt merkezleri olduğu ve F tiplerinin muhteşem yerler olduğunu söyleyip duran medyanın ve ölüm oruçlarının günah olduğuna dair fetva verem diyanetin hazırlıkları sonrasında, 19 Aralık günü sabaha karşı, büyük şehirlerin merkezlerini de açık hava cezaevlerine çevirerek (19 Aralık günü ÖDP’nin önünden geçen neredeyse 4.000 kişi gözaltına alındı) devrimcilerin bulunduğu bütün cezaevlerine korkunç bir nefret ve hırsla saldırdılar. Kimyasal gazlarla/sıvılarla, ağır silahlarla süren katliam sonrası 2'si asker (bu iki askerin de jandarmaların silahından çıkan mermilerle öldüğü kanıtlandı) 32 kişinin ölümü ile sonuçlandı katliam. Ertesi günlerde medya görevini başarıyla yerine getirdi. Milliyet gazetesi “Sahte Oruç, Kanlı İftar” manşetiyle çıkarken http://www.milliyet.com.tr/2000/12/20/ Zaman gazetesi öldürülen tutsaklardan Alevi olanları belirlemekle meşguldü http://arsiv.zaman.com.tr/2000/12/24/haberler/haberlerdevam.htm   (8 cenaze Gazi Cemevinde haberi). Operasyondan sonra devam eden ölüm oruçlarıyla birlikte hayatını kaybeden kişi sayısı 122’ye çıktı, yüzlerce insan ise geri dönüşümü olmayan Wernicke-Korsakoff hastalığına yakalandılar. Seneler sonra katliamla ilgili yapılan ana akım medya ve şimdiki yandaş medyanın yaptığı neredeyse bütün haberlerin yalan olduğu ortaya çıktı.

O günlerden hatırımızda kalan sadece tutsakların direnci değil, adını Oltan Sungurlu, Şevket Kazan'ın yanına devrimcilerin kanıyla yazdıran Hikmet Sami Türk, daha sonra AKP'li Cemil Çiçek'den devlet üstün hizmet madalyası alan ve Abdullah Gül tarafından HSYK'ya kontenjandan atanan Ali Suat Ertosun, iğrençleşmenin sınırı olmadığını kanıtlayan Türkiye medyası.

Şimdi medya tarihi yeniden yazıyor, o zaman en iyi tavır göstereni başını kuma sokanlar olan şimdinin yandaş medyası bütün suçu, şimdi mecbur kaldıkları için özür dileyen dönemin ana akım medyasına yıkmak istiyor. Üstelik bunu AKP iktidarının Kürtleri ve devrimcileri kriminalize ederek cezaevlerine doldurmasına verdiği tam ideolojik destekle eşgüdümlü olarak yapıyor. Tekirdağ F tipi cezaevi başta olmak üzere bütün F tiplerinde ve diğer cezaevlerinde politik tutsaklara devam eden işkenceler, tecrit işkencelerinden hiç bahsetmeden, cezaevlerine doldurulan yüzlerce öğrenci, onlarca gazeteci, seçilmiş belediye başkanları, milletvekilleri ve binlerce politik tutukludan hiç bahsetmeden, en iyi bildiklerini, ölüler üzerinde tepinerek ne kadar demokrat olduklarını ispatlıyorlar. Hiç zahmet etmesinler, çünkü biz elbet dostumuzu da düşmanımızı da biliyoruz.

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
İnci dişli, zenci kardeşim,
Kartal kanatlı kanaryam.
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize,
Korkuyorlar Robson
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten,
Duymaktan,
Dokunmaktan korkuyorlar
Yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan
Sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar
Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhat gibi sevmekten
Sizin de bir Ferhatınız vardır elbet
Robson, adı ne
Tohumdan ve topraktan korkuyorlar
Akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar
Ne iskonto, ne komisyon, ne veda isteyen bir dost eli
Sıcak bir kuş gibi, gelip konmamış ki avuçlarının içine
Ümitten korkuyorlar Robson, ümitten korkuyorlar ümitten
Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizden korkuyorlar.


Nazım Hikmet RAN

Behzat Ç. Polisten Kahraman Olur mu?



Sanat ve sol çevrelerde son senenin en fazla tartışılan dizi, Behzat Ç. dizisi hiç şüphesiz.


Üzerinde çok değişik yorumlar yapılan, Ankara’dan nefret ettiğini söylemeyi marifet sananların bile bir kısmının sevdiğini saklayamadığı, sürekli polis şiddetine uğrayan solcuların büyükçe bir kısmının müptelası olduğu dizi.


Ankara, Türkiye’deki sol hareketlerin köken aldığı zemin üniversiteler olduğu için olsa gerek sosyalist örgütlerin (en azından büyüklerinin) merkezi olageldi. 12 Mart dönemi THKP-C ve THKO, 12 Eylül dönemi ise döneminin en büyük örgütü Devrimci Yol, Ankara merkezliydi. 12 Eylül sonrasında da ilk sol muhalefetin ilk yükseldiği yerlerden birisiydi. Ve elbette bunun sonucu olarak ve devletin merkezi de olması nedeniyle polisin de özel ilgisini çeken bir yer. 90’larda Ankara’da çok sayıda faili meçhul, yargısız infaz gerçekleştirildi (Ayşenur Şimşek, İmren Aydın, Birtan Altunbaş ve onlarcası). Eylemlere çok sert müdahaleler yapıldı (Mart 96 DTCF işgali), diğer şehirlerde tutuklama dahi getirmeyen sebeplerden yüzlerce genç tutuklandı. 19 Aralık katliamının provası bir sene önce Ulucanlar cezaevinde gerçekleştirildi. 90’lara döndük mü tartışmasının yaşandığı şu günlerde de durum farklı değil, yasal hareketlerden, kitle eylemlerinden dolayı çok sayıda genç halen cezaevlerinde.


Kitapta Emrah Serbes, Behzat Ç.’nin ağzından “ biz egemen sınıfların çıkarlarını korumak için yaratılmışız” cümlesini kurar askeri okuldan atılıp polis okuluna başlama gerekçesini gösterirken. Çok doğru bir tespit elbette, fakat devrimci-ön devrimci süreçlerde poliste ve askerde de yarılmalar baş gösterir. Türkiye’den örneklemek gerekirse, 12 Eylül öncesi Pol-Der ve Harp okullarındaki güçlü sol örgütlenmeler gösterilebilir. Pol-Der üyesi Ali Rıza İret, Batman’da faşistler tarafından katledilirken, Teğmen Ömer Yazgan ise 12 Eylül cuntası tarafından asıldı. 12 Eylül darbesi toplumun her yerindeki muhalefeti parçalarken, özellikle polis ve askerdeki örgütlenmeler tamamen dağıtıldı.


Dizilerde sol figürlerin kullanılması (komedi unsuru olarak kullanılan karikatürize 68 kuşağından olduğu söylenen tiplemeler dışında) Yeditepe İstanbul dizisinde olmuştu, oradaki karakter Ali, çok iyi bir insan olmasına rağmen “yenilginin” karakteriydi. İyi bir insan ama mağdur olmuş, kaybetmiş, aile kuramamış. Daha sonraki dizilerdeki karakterler de buna benzer şekildeydi. İkinci bir dizi karakteri olarak da (özellikle dönem dizilerinde) masum, sürekli saldırıya/haksızlığa uğramış tiplemeler gösterildi. Bu iki karakter çizimi de kısmen doğru, fakat bütün bunlara rağmen halen mücadeleye devam eden, uğradığı haksızlıklara karşı başkaldıran karakterleri pek göremedik. Bilinçaltlarına şiddete (kendisini savunmak için olsa da) karşı çıkmadıkça/mağdur oldukça solcuların esasında iyi insanlar olduğu işlendi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi önderler dahi mağdur olarak yansıtıldı. Bunun yansıması esasında solcuların iyi insanlar oldukları, sınırı aştıklarında başına geleceklerini gösterip korkutmaya yönelik oldu. Referandum öncesi Oğuzhan Müftüoğlu “biz darbenin mağduru değil, muhatabıyız” demişti. Sadece darbenin değil, devrimciler hiçbir zamanın mağdurları değildir. Bilinçli yaptıkları ve sonunda başlarına ne geleceklerini bildikleri bir tercihin bedelini hiç kaçınmadan ödemişlerdir.


Behzat Ç’de açıktan bir sol karakter (Bahar dışında en azından ana karakter olarak) yok. O’nun yerine göndermelerle diyeceğini söylüyor. 90’lardaki faili meçhuller, F tipinin insan psikolojisine verdiği hasar, HES’ler, terörle mücadele şubesindeki işkenceler, cemaat ile faşistler arasındaki görev değişimi vs. Normalde sadece dar bir çevrede yaşanan ve bütün çabalara karşı gündeme taşınamayan konular dizinin etkisiyle daha geniş kitlelere ulaşıyor. Polis şiddetini meşrulaştırma ile ilgili çok fazla sayıda yazı yazıldığı görüş bildirildi, bunlar hakkında http://www.evrensel.net/news.php?id=19105 daki yazıya katılıyorum.


Baştaki soruya dönersek, polisten kahraman olmaz ama bir dizi (aslında kitap) karakterinden de  düşman olmaz. Eğer polisten mutlaka kahraman arıyorsanız da o Ali Rıza İret’tir.

"Ben Ölmedim Ölmeyeceğim"


Ben Ölmedim Ölmeyeceğim... Böyle söyler Ahmet Kaya “Sıcak Saklayın Gecelerimi” şarkısında. Sanki öldükten sonra başına gelecekleri bilirmiş gibi.

Neredeyse bütün hayatı boyuncaTürkiye’deki  iktidarların düşman olarak gördüğü Ahmet Kaya bundan hiç gocunmamıştı. Öldükten seneler sonra iktidar ve onların elinde rehine liberaller tarafından sahiplenildiğini görse bundan hiç memnun olmayacağını tahmin etmek de bu nedenle hiçbirimiz için zor olmasa gerek.

Geçen yıl, 10. Ölüm yıldönümünde mevcut iktidarın tüm aygıtları (hükümeti, muhalefeti, yancısı, yandaşı) onu sahiplenirken en ufak bir utanç dahi göstermediler. O meşum gecede ortalığı provoke edenler, korkudan masaların altına saklananlar, sonrasında Kaya’yı hedef gösterenler ve hedef gösterilmesine ses çıkarmayanlar, tek bir ağız olup birbirlerini suçladılar veya “konjonktür” gereği özür dilediler.

AKP iktidarı ve çevresi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde yeni albümünde Kürtçe şarkı okuyacağını söylediği için linçe uğrayan Ahmet Kaya’yı sahiplenirken, mahkeme tutanaklarına Kürtçe halen “bilinmeyen bir dil” olarak geçmekteydi. Ahmet Kaya ise bunlar için seneler önce sözünü söylemişti zaten.

“Eli böğründe analardan,
Mahpuslardan ve acılardan Çokça bahsediyorum,
çünkü;
Başını kumda saklayanlardan
Tiksindim, başkaldırıyorum!”

Başkaldırıyorum şarkısında istemediklerinin hepsi başına geldi desek yeridir.
AYNI DALDAYDIK

Halbuki Ahmet Kaya yaşarken, aynı dalda olduğu çevreler belliydi. Çok uzakta öyle bir yer’in olduğuna, o yerlerde mutlulukların olduğuna inanıp bunun için dövüşenler, bir gün Abisine sarılacağına umudunu yitirmeyenler, Tezgahtar Nebahat’in kader ortakları, mavi otobüslere binenlerle aynı daldaydı. Aynı daldan düşüp ayrıldığımız da oldu, sanırım 96’ydı. Neredeyse bütün sol çevreler birdenbire Ahmet Kaya’ya küstü, esasında çok da içimize sindirememiştik bu “protest” tavrını, pesimistliğini, örgütsüzlüğünü. Hepimiz gizli gizli dinledik, ama birbirimize demedik. Sevmiyorduk Ahmet Kaya’yı, aslında “ o sıralar” sevdiğimizden utanıyorduk. O gece üzerine çatal-bıçak yağarken, rüzgar nereye eserse oradan yayın yapan “haberciler” ve medya soytarıları O’nu linç ederken ise ne kadar çok sevdiğimizi fark ettik yeniden. Geçici Ayrılık’tı bizimkisi. Sonra olanlar hepimizin aklında, şimdi “mağdur” rolü oynayan yaygın (yandaş) medya neredeyse her gün yeni bir yalanla/hakaretle linçi artırdı. O ise sustu; “Acı çektim günlerce, acı çektim susarak, şu kısacık konuklukta, deprem kargaşasında”. Sonunda saat 4’de yağmurlarla sürgüne gitmek zorunda kaldı. Yine de kurtulamadı muktedirlerin nefretinden. Ve birgün ölüm haberi geldi. Göğsümüz daraldı, yüreğimiz yandı, olmasaydı sonumuz böyle.

Öldükten seneler sonra, şimdilerde tarihi yeniden yazanlar birdenbire sahiplendiler O’nu. Tam istedikleri gibi bir figürdü çünkü. Türkiye’de yaşayan insanların çok büyük kısmının bildiği, hayatının bir noktasında bir şekilde iz bırakan, hiçbir örgütün tamamen sahiplenemeyeceği.

Ama şunu bilsinler, “Saçlarına yıldız düşen anneler”, darbe zamanı yataklarının altına saklanıp, kendi diktatörlüklerini demokrasi olarak pazarlayanların değil, Necdet Adalı’nın, İlyas Has’ın anneleridir. Ahmet Kaya da iktidarın her türlü çabasına ve utanmazlığına inat hep bizim ağabeyimiz, kardeşimiz, oğlumuz, dostumuz ve yoldaşımız olarak kalacaktır.