29 Haziran 2010 Salı

Kimse nedensiz kaçmaz...

 Kapitalizm, Avrupa'nın göbeğinde milyonlarca insanın terini çalarak, kanını dökerek kurduğu yalandan refah toplumunu korumak için kan akıtmaya devam ediyor. Yeni dertleri: Göçmenler. Büyük Avrupa devletlerinin istisnasız tamamı göçmenlerden nefret ediyor. Onlardan kurtulmak için her yolu denerken, yenilerinin gelmesini engellemek için ise kan dökmekten bile çekinmiyor. Fas, Tunus, Türkiye gibi ülkeler Avrupa'nın sınır karakolu görevini yapıp göçmenleri imha etmek ve alıkoymakla görevlendirilirken, bunun için AB fonlarından para alıyorlar.
Türkiye-Yunanistan sınırındaki Ege'de, Fas-İspanya arasındaki kanalda tekneleri batırılan, öldürülen genellikle Afrikalı göçmenler artık sıradan. Avrupalılar yıllarca ülkelerini işgal ettikleri, atalarını katlettiği, şimdi kapitalizmle ucuz işgücü ve pazar olarak sömürmeye devam ettiği milyonlarca insanı ülkelerinde görmek istemiyor. Bunu engellemek için öldürmekten de geri durmuyor.
"Göçmenlerin zekâ testine tabi tutulmasını savunuyorum. Bu konuyu tabulaştırmamamız gerekir." Bu cümle, Avrupa'da yaşanan akıl tutulmasının, yükselen faşizmin en açık göstergesi. Cümlenin sahibi Almanya Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) Partisi Berlin eyalet teşkilatından İçişleri Politika Sözcüsü Peter Trapp. 28 Haziran'da bu açıklamayı yapan Trapp, kendi hastalıklı fikirlerini ifade etmekten öte, Avrupa'da son yıllarda iyice yükselmeye başlayan faşizmin ve göçmen düşmanlığının temsilciliğini yapıyor.
Biz biliyoruz ki kimse nedensiz kaçmaz. Kapitalizm milyarları açlığa, sefalete, savaşlara mahkum ederken, tüm bunlardan sorumlu olanların kanla çizdikleri sınırları kapayıp sırça köşklerinde oturmaya hakları yoktur.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Kekik Toplarken Gelen Ölüm

 Anadolu ajansının geçtiği çatışma haberlerindeki tarzı kanıksadık. Bilmem ne ilinin hangi mezrasında güvenlik güçlerinin teslim ol çağrısına ateşle karşılık verilen teröristlerle girilen çatışmada X terörist ölü ele geçirildi. Açılan ilk ateş sonucunda Y güvenlik kuvveti şehit oldu.
Hep bu anonsla çatışma haberlerini izledik. Bugün de buna benzer bir anons hazırlanmak üzereyken vali duruma müdahale etti. Hatay valisi Mehmet Celalettin Lekesiz, Hassa ilçesinin Dedemli köyü Şekerim Deresi mevkisinde PKK üyelerine karşı konuşlanan güvenlik güçlerinin kekik toplayan köylüleri, terörist sanarak ateş açtığını söyledi.
Haber bu. Şimdi yıllar önceye gitmek yok. Daha yakın zamanda Ceylan Önkol. Hala gözleri üzerimizde olan Uğur Kaymaz ve babası. Bunlar bildiklerimiz. Ya köylüyle gerillaya ayırt etmek zor diyen askeri   yetkililer ve gerilla hesabına yazılan öldürülen köylüler. Daha yeni Erzincan'da 70'lik ninemiz ateş arasında kalarak yaşamını yitirmişti. Bu ülkede yargısız infaz var derken dut yemiş bülbül kesilen liberaller hangi açıklamaların ardına sığınacak? Savaş çığırtkanları kimlerin üzerine yolluyacak orduyu?
Nerde teslim ol çağrıları? Hani mertçe savaşan güvenlik kuvvetleri? Kekik toplayan köylülere teslim olun çağrısını Italyanca ya da Fransızca mı yaptılar? Yoksa İsrail'in taşeronu olabilecekleri için ibranice mi?
Hadi çağrıyı duymadılar, üzerinize sizin kekik mi serptiler. Kekiklerden mi korktu koca tabur? Ama olay Hatay değilvde kürt coğrafyası olsaydı, biz yine anadolu ajansının bildik haberini duyacaktık, güvenlik kuvvetlerinin başarısını destek sunacaktık.
Çok geçmişe gitmeye gerek yok, gençliğinin baharında bir nesil “bin operasyon” adı altında yargısız infazlarda “hücre evlerinde” ölü ele geçirildiler. Üstelik silahları da vardı. İki kalem, Che posteri ve okumaktan sararmış sol yayınlarından Felsefenin Başlangıç İlkeleri.
Katliamcı gelenek sürüyor. Ama bu yazıyı yazarken Grup Kızılırmak’ın Gidenlerin Ardından albümü aklıma geliyor. Kendisi de katledilen Musa Anter’in sesinden “Ve cellat uyandı yatağında bir gece. Tanrım bu ne zor bilmece. Öldükçe çoğalıyor adamlar. Oysa ben tükeniyorum öldürdükçe.”
61 yaşındaki Ali Dalmış ile 62 yaşındaki Mustafa Fil savaşın bedelini canları ile ödediler. Hiç düşünmüşler miydi acaba köylerinin en güzel kayalıklarında kendi oğulları gibi gördükleri askerler tarfından üzerlerine ateş açılacağını. Oğullarından ve torunlarından ayrı kalacaklarını.

24 Haziran 2010 Perşembe

Kazım; Şair ceketli çocuk...

 Kazım gideli tam 5 yıl oluyor. Uzun süre dövüştüğü kanser illetine yenilip sonsuzluğa gideli, içimizde doldurulması imkansız bir boşluk bırakalı tam 5 koca sene oldu. Onun için ne söylesek eksik kalır, güzelliğini, insanlığını anlatmaya kelimeler yetmez Kazım'ın. Çernobil'in bu ülkede öldürdüğü binlerce insandan biri oldu o güzel çocuk. Memleketinin çay tarlalarına, yaylalarına, dağlarına çöken radyasyonun kurbanı oldu. Ama bu ölümlerden ders alınmıyor elbette. Memleketin kuzeyine, güneyine, doğusuna, batısına nükleer santral inşaa ediyorlar. Nice güzel Karadeniz çocuklarını, Kürt çocuklarını, Arap çocuklarını öldürmek için halka yalanlar atıyorlar, enerji diyorlar..
Biz bu yalanları yemiyoruz. Nükleer santrallerinizle, kar hırsınızla, lanet olası sisteminizle hayatımızı elimizden almanıza, çocuklarımızın gencecik ölümlere mahkum olmasına izin vermiyoruz. Onun için Kazım güzel sesli bir çocuk değil işte bizim için ve o yüzdendir ki anısı mücadelemizde yaşayacak...

"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar'a, ateş hırsızlarına, Ernesto 'Çe' Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz...


Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."

KAZIM KOYUNCU

39 yaşında; özlemle...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Bu mudur çözümünüz???

 Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda yıllardan beri devam eden savaş son bir aydır şiddetini artırdı. Üstelik artık "En büyük asker" yalanlarıyla savaşa gönderilen çocuklar ölürken, rahat evlerinde huzurla da oturamıyor iki yüzlüler. Şehirler de savaş alanı haline geldi ve bombalar metropollerde de patlıyor.
Yoksullar birbirini öldürürken, gencecik çocuklar "düşman" dediklerini 20 yaşında toprağın altına gönderme emirleri alırken, bu kanı durdurmakla sorumlu olanlar savaşı körüklemekten başka bir şey yapmıyor. Asmak, OHAL, tedbir gibi kelimeler sivil hayatta da baskıların artacağına, olası kimlik çatışmalarının körükleneceğine işaret ediyor. İki gün önce bir kadının kocasını terkedip başka birine kaçması olayının bile PKK karşıtı gösteriye dönüşmesi ve ilçedeki Kürtlerin linç edilmeye çalışılması toplumun faşistlerce nasıl kışkırtıldığını kanıtlıyor.
Bu duruma önlem almasını beklediğimiz, savaşı durduracak inisiyatifi üstlenmesi gereken hükümetin ilk tedbiri ise akıllara durgunluk veriyor; Mahalle muhtarlarını ajanlaştırmak. Ankara'da emniyet müdürlüğüne çağırılan mahalle muhtarlarından, mahalledeki herkes hakkında istihbarat toplamaları ve bu bilgileri polislerle paylaşmaları istendi. Yani bize hizmet etmekle görevli olan muhtarlar artık bir ajan gibi bizi izleyecek, en ufak bir şüphede polise ismimizi verecek ve "terörist" listeleri oluşturacak..Hükümetin çözümden anladığı, savaşı durduracak yöntemi bu işte. Yıllarını "Komünist" listeleri hazırlamakla, listedeki isimleri sokaklarda vurmakla geçiren bu kafalardan başka da bir çözüm beklenemez zaten. Bu savaşı egemenlerin durdurmayacağı, varlık nedenlerini ortadan kaldırmamak- her daim ellerini güçlü tutmak için düşük yoğunluklu bir savaşı isteyecekleri ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan bir başka gerçek de; bu savaşı ancak işçi sınıfının, kan dökmeyi ve savaşı reddeden kitlelerin durdurabileceği. Operasyonlar durdurulsun, silahlar sussun.

22 Haziran 2010 Salı

Yeter ulan yeter, durdurun bu kanı..

 Türkiye'de kan akmaya, gencecik çocuklar toprağa düşmeye, analar ağlamaya devam ediyor. Üstlerinde üniformayla askere giden Türk yoksulları, Kürt yoksullarıyla savaşıp düşüyor. Bir o taraftan ölüyor, bir bu taraftan. Değişense bir şey yok. Yaşarken bir karış toprağı olmayanlar, bu topraklar uğruna ölüp gidiyor. Sivil hayatta ölümü akrabaları dışında kimse tarafından önemsenmeyecek Ahmetler, Mehmetler, Muratlar; askerken öldüğünde kahraman oluyor. 3 gün sonra ise unutulup gidiyorlar.
Bu savaşı durdurma görevi omuzlarında olanların hiçbir şey yapmayacağı aşikar. Tek söyledikleri "Vatan sağolsun" Yoksullar onlar için ölmeye devam ettikçe, onların üzerinden daha fazla para kazanacakları o muhteşem vatan...
Bu savaşı durdurabilecek tek güç işçi sınıfıdır. Kardeş kanı dökmeyi reddeden, milliyetçi buhranlarla mobilize olmayan, burjuvazinin kar savaşında piyon olmayı kabul etmeyen işçiler anaların göz yaşlarını durdurabilir ancak.
Yeter artık dursun bu kan. Operasyonlar durdurulsun, silahlar sussun...

17 Haziran 2010 Perşembe

Bu kadar açılım fazla geldi di mi?


Bugün, Türkiye'de sahneye konan 'açılım' piyesinin resmi olarak bittiği gün olarak kayıtlara geçti. Biz bu açılım yalanının bir parmak bal çalma, kandırma, oyalama olduğunu en başından söylüyorduk. DTP'nin kapatılması, halkın oylarıyla seçilmiş onlarca belediye başkanının cezaevine gönderilmesi, yaşı 10-14 arasında değişen yüzlerce çocuğun taş attığı için terörle mücadele yasasından yargılanması ve hapishanelere gönderilmesi gibi örnekler zaten görmek isteyene her şeyi anlatıyordu. Son bir ay içinde tırmandırılmaya çalışılan çatışmaların faturası ise bugün kesildi; Kandil'den gelen barış gurubu üyeleri tutuklandı.
Yaklaşık bir aydan beri Kürt sorununda silahlar yeniden konuşmaya başlamıştı. PKK tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkesi bitirdiğini açıklamış, Türk ordusu hava ve kara harekatlarına hız vermiş, yeni tabutlar Türk ve Kürt yoksullarının cesetleriyle dolmuştu. Savaş çığırtkanlarının ellerini ovuşturmalarına sebep olan bu tabloda son nokta da bugün kondu ve Türkiye devleti 6 ay önce dağdan gelen ve mahkeme tarafından o gün öyle gerektiği için serbest bıraktığı militanları, bugün örgüt propagandası yaptıkları gibi saçma bir gerekçeyle tutukladı.
'Analar ağlamasın' gibi bir sloganın arkasına sığınıp demokrat gözükmeye çalışan, diğer yandan ise bölgede seçilmiş her belediye başkanını ve çocukları cezaevine atmakla meşgul olan AKP'nin gerçek yüzü bu son gelişmelerle bir kez daha ortaya çıktı. Sorunu çözmek gibi bir dertleri olmadığı, iç politikada hanelerine artı yazdıracak her meseleyi sömürmek ve bundan rant sağlamak amacında oldukları tescillendi. Bu olanların ardından memleketi daha sıkıntılı, çatışmalı ve acı günlerin beklediğini tahmin etmek zor değil. Gencecik çocukların cansız bedenleri yine birilerinin seçim malzemesine, birilerinin faşist saldırganlıklarına malzeme olacak. Bizim sözümüz ise net; artık kan dökülmesin, operasyonlar durdurulsun, silahlar sussun...

Ölüme inat Ankara'ya geliyorlar


Silikozis...Kot taşlama işçilerinde sıklıkla görülen bir hastalık. Her gün kıçımıza giydiğimiz beş para etmez kotları taşlarken, akciğerlerine yerleşen silika maddesinin ölüme sürüklediği işçiler, ölüme inat seslerini duyurmak için Ankara'ya geliyor.
22 Haziran'da Abdi İpekçi parkında aileleriyle birlikte 3 günlük oturma eylemi yapacak işçiler. Kar hırsının onları nasıl öldürdüğünü, iş güvenliğini sağlamayan patronların hayatlarını nasıl çaldığını, devlet denen ceberrutun daha düne kadar onları korumak ve bakımlarını üstlenmek için hiçbir şey yapmadığını haykıracaklar. Ankara'daki dostların, vahşi kapitalizmin merdiven altlarında ölüme gönderdiği işçileri yalnız bırakmayacaklarından eminiz.
Birleşen işçiler yenilmezler...

13 Haziran 2010 Pazar

Hesaplaşma günü korkunç olacak


Dün belki de bu ülkede tarihin en aşağılık köşe yazılardan birisi yazıldı. Yazıyı buraya aktarıp yeniden ne kendi midemi ne de sizinkini bulandırmayayım. Burjuvazi iğrençleşmekte sınır tanımadığını gösterdi yine. Troçki'nin dediği gibi; "Görkemli bir tablo: Burjuvazi kahvaltı yapar, öğle yemeği yer, akşam yemeği yer, ve proletarya bu işleri “kontrol eder”; boş bir mideyle." Kimse şaşırmasın bu kadının yazdıklarına sebep de aramasın, bunun tek bir açıklaması var "sınıf kini". Ama herkes bilsin ki "işçilerin de sınıf kini" var. Ve zamanı geldiğinde o duygunun neler yapabileceğini herkes görecek.

Engels ile bitireyim yine;
"Öteki dünya hiç şüphesiz yoksullarındır, bu dünya da er ya da geç onların olacaktır"

11 Haziran 2010 Cuma

Yine Haziranda eksildik...

Söyleyecek çok fazla şey yok aslında. Güzel adamlardan oluşan Bandista'nın ritmini tutan Ali Aslanbay, kansere karşı verdiği mücadeleyi kaybetti ve aramızdan ayrıldı. Acımız büyük. Anısı mücadelemizde yaşayacak...

7 Haziran 2010 Pazartesi

Köpekler yine kudurdu


Üniversitelerde yaşanan faşist saldırılar son aylarda inanılmaz bir hızla arttı ve artmaya da devam ediyor. Baharın gelişiyle birlikte zincirlerinden boşanan ve polis-özel güvenlik desteğiyle üniversite öğrencilerine saldırmaya başlayan faşistler, onlarca öğrenciyi yaraladı, Muğla'da da Şerzan Kurt'u öldürdü. Bu saldırılar her zaman olduğu gibi Kürt öğrencilere ve devrimcilere yönelik olarak düzenleniyor ve ülkü ocaklarından, alperen ocaklarından sivil faşistlerin, özel güvenlikçilerin, sivil ve resmi polislerin katkılarıyla gerçekleştiriliyor.
Üniversitelerde mayıs ayı başından beri yaşanan faşist terör yüzünden 176 devrimci gözaltına alınırken, 5'i ağır 9 kişi yaralandı ve Şerzan Kurt Muğla'da katledildi. Antep'te, Ankara'da, İzmir'de, Kocaeli'de yaşanan saldırılara son olarak Giresun eklendi. Faşistlerin dağıttığı ve Kürtlere hakaretler içeren bildiriyi almak istemeyen Giresun Üniversitesi Fizik bölümü öğrencisi Cumali Salık, yurt yönetiminin ve güvenliğinin gözü önünde bir grup köpek tarafından demir sopalarla dövülerek hastanelik edildi. Cumali'nin durumu hala ciddiyetini koruyor ve hayati tehlikeyi atlatabilmiş değil.
Biz bu faşist çeteleri tanıyoruz. Nereden geldiklerini, kim tarafından beslendiklerini biliyoruz. Onlar şimdi meydanı boş bulduklarını ve rahatça uluyabileceklerini düşünüyorlar. Bu katillere bir kez daha sesleniyoruz; faşizmi döktüğü kanda boğacağız. Yola koyulduk, geliyoruz...

5 Haziran 2010 Cumartesi

Devlet de katil olduğunu kabul etti...

Biraz geç kaldık yazmak için ama yazmasak olmazdı. Zira ilginç bir gelişme yaşandı geçtiğimiz hafta içi Türkiye'nin bu çok yoğun gündemi içinde. Metris cezaevinde işkenceyle öldürülen Engin Çeber davasında karar açıklandı ve Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi Metris Cezaevinde 2. müdür olarak görev yapan Fuat Karaosmanoğlu ile infaz koruma memurları Nihat Kızılkaya, Selahattin Apaydın ve Sami Ergazi'yi müebbet hapis cezasına mahkum etti.
Engin Çeber 28 Eylül 2008'de Yürüyüş dergisi satarken gözaltına alınmış, önce karakolda ardından da cezaevinde işkenceye maruz kalmış ve devlet eliyle katledilmişti. Yıllardır sokaklarda vurulan, işkencehanelerde öldürülen bu memleketin çocukları olarak mahkemeden çıkan karara elbette şaşırdık. Devletin kendi cinayetini kabullenmesi ve Engin'i öldürdüğünü itiraf etmesinin ardından cezaların gelmesi bu ülkenin alışık olmadığı bir durum. Her ne kadar olayda dahli, ihmali bulunan 39 kişi mahkeme tarafından serbest bırakılsa da, 4 işkencecinin müebbet ceza alması hukuk ve insanlık adına sevindiricidir. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, temyiz, üst mahkemeler derken çıkan bu kararın da bozulacağını tahmin etmek zor değil. Biz, vatandaşlarını katleden ve bunu da itiraf eden bir devletten adalet bekliyor değiliz. Bekleyenlerin de bulamayacağını biliyoruz...

3 Haziran 2010 Perşembe

Capitalism kills, kill capitalism


20 Nisan'da BP'nin (British Petroleum) Meksika Körfezindeki platformunda patlamalar meydana geldikten sonra denize petrol sızıntısı başladı. Platform patlamadan 2 gün sonra battı, günde 3 milyon litre ham petrol denize sızıyor, platformun 300 km uzağındaki kıyılara ulaşmış durumda ve eni 500 kilometre uzunluğuna ulaştı (toplamda 25 bin kilometrekarelik bir alan). Patlamalarda platformda calışan 11 işçi öldü. Patlamanın sebebi, son aşamada devreye girmesi gereken güvenlik önleminin başarısız olması. MMS'in (denetleyen kurum) itiraf ettiği üzere bu güvenlik sistemiyle ilgili BP'den herhangi bir güvence alınmamış, bunun sebebi ise BP'nin agresif, aceleci ve aşırı riskli kapama metotları. Daha basit bir tabirle, daha kısa sürede daha ucuza maletme çabası. Şimdiye kadarki durumuyla bile gelmiş geçmis en büyük petrol felaketi sayılıyor, görünürde durdurabilecek bir çözüm de henüz bulanamadı. Son deneme de başarısızlıkla sonuçlandı. Körfez savaşı sırasında Saddam Hüseyin'in yaktığı petrol kuyularının görüntülerini yayınlarken her türlü dezenformasyona başvuran (Norveçteki bir kaza sonrası petrole bulanmış karabatak görüntülerini yayınlayan uluslararası medya pek sesini çıkarmadı bu sefer.

Kapitalizm bizi katı fosil yakıtına mahkum etmek istiyor, onu dünyanın vazgeçilmeyecek tek enerji kaynağı olarak dayatıyor. Fosil yakıtların elde edilmesi ve işlenmesi hem pahalı hem de çevreye geri dönüşümsüz zararlar veriyor. Yenilenebilir, çevreye zarar vermeyen, daha düşük maliyetli enerji ise tercih edilmiyor. Güneş, rüzgar ve su ile elde edilebilecek enerji türleri kapitalizmin kar hırsı nedeniyle yaygın kullanıma sokulmuyor. Kapitalizm bizi öldürmeden biz kapitalizmi öldürelim.


Bıraktım acının alkışlarına 3 Haziran 63'ü...

 Kendisiyle aynı memleketli olmaktan büyük mutluluk duyduğum sayılı isimlerden biridir Nazım usta. Öyle Türklük falan gibi saçmalıklar beni gururlandırdığı için değil elbette, yazdığı o muhteşem dizeleri bir çevirmenin hızarından geçmeden okuyabildiğim için.
Geçen yıl pek özgürlükçü ve demokrat AKP tarafından vatandaşlığı iade edilen Nazım 3 Haziran 63'te göçmüştü buralardan. Ona vatandaşlık hakkını lütfedenlerin bilmediği ve anlayamayacağı gibi bir dünya vatandaşı olarak doğmuş ve öyle ayrılmıştı aramızdan.
Şiirleri sonsuza kadar çınlayacak gök kubbenin altında ve bize insanlık yolunu göstermeye devam edecek şüphesiz. Rahat uyu usta, yola koyulduk...